23 Kasım 2010 Salı

(Kitap İncelemesi) Arap Milliyetçiliği Zaferden Umutsuzluğa

Yazar: Adid Davişa (Adeed Davisha)
Yayıncı: Literatür Yayınları
Basım Yeri: İstanbul
Yayınlanma Tarihi: 2004

Günümüzde etkinliğini büyük ölçüde kaybetmiş olan ancak 20. yüzyılın erken ikinci döneminde en parlak günlerini yaşayan Arap Milliyetçiliği, günümüzün Arap ülkeleri arasındaki ilişkileri sağlıklı değerlendirebilmek ve Arap liderlerin davranışları hakkında öngörülerde bulunabilmek için Ortadoğu hakkında çalışanların etraflıca bilmesi gereken bir konudur.

Adid Davişa tarafından yazılan Arap Milliyetçiliği isimli eser, bu konuda yazılmış olan en kapsamlı akademik çalışmalardan birisidir. Kitap boyunca başvurduğu akademik referanslar göz önüne alındığında, aynı zamanda literatür hakkında bilgi sahibi olmamızı da sağlayan yazar, olayları tarihsel bir analiz yoluyla okuyucuya sunmaktadır.

Kitap boyunca üzerinde durulan ve cevapları aranan başlıca sorular şu şekildedir: Arap Milliyetçiliğinin doğuşundan itibaren 19.yüzyılın sonları ve 20.yüzyılın başlarında Arap halklarının millet olduklarının farkına varmaları nasıl olmuştur? Arap milliyetçiliği ile Arap halklarının siyasal bir birlik oluşturması düşüncesi arasındaki ilişki nedir? Milliyetçilik aynı zamanda siyasal bir yapıyı da gerektirir mi ve eğer gerektiriyorsa devletsiz olan halkların milliyetçilik duygusu nasıl gelişmiştir? Bu sorular aynı zamanda milliyetçiliğin kavramsal bazda karmaşıklığını anlayabilmek ve söylemin ötesinde uygulanabilir olup olmadığını tartışmak açısından da oldukça önemlidir.

“Arapların siyasal ve askeri açıdan zayıf bırakılmasını amaçlayan planların” ve “Arap bölünmesinin” önüne geçebilmek için, Arapların tek bir devlete sahip olması gerektiği fikrinin geniş destek bulduğu bölgede, farklı fikirler de ortaya çıkmıştır. Davişa, Araplarda oluşan bağlılık duygusunun dil ve İslam’a dayandığını söylemektedir. 16.yüzyıla kadar süren fetihler ve gelişen medeniyetin ardından Osmanlı hâkimiyeti altında dillerini korumuş olan Araplar için dilin önemi büyüktür. Kitapta, ilk dönem Arap milliyetçiliği anlatılırken, Hıristiyanlığa karşı İslam’ın yeniden dirilişini savunan ve bunun yolunu İslam ümmetinin bir araya gelmesinde gören Cemalettin El-Afgani ve Muhammed Abdu üzerinde durulmaktadır. Bu düşünürlerde, dil ve değer bütünlüğünün önüne geçen kavram “din bütünlüğü” olmuştur. Sonraki dönem yazarlarından kitapta ismi geçen Raşid Rida’da ise Arapçılık daha fazla öne çıkmakla birlikte, amaç yine İslam ümmetinin yeniden canlanmasına hizmet etmek olmuştur. Suriyeli Abdülrahman El-Kavakibi’nin yazılarında ise, Araplar ve Türkler arasındaki farklılıkların üzerinde daha fazla durulduğu belirtilmektedir.

Davişa, 1916 yılında yaşanan Arap isyanının zayıf karakterine vurgu yaparak, bu dönemde Arap halkının “İslam’ın koruyucusu” olarak gördükleri Osmanlı İmparatorluğu’na bağlılıklarını farklı yazarlara referans vererek kanıtlamaya çalışmaktadır. Burada vurgulanan noktalar, Arap milletine bağlılığın dine bağlılıktan daha önde geldiği ve geçmişte peygamberin de bir Arap olduğu şeklinde açıklamalara dayanan Faysal’ın Suriye’de tam anlamıyla başaramadığı dine dayalı Arapçılık fikrinin, genel anlamda bütün Arapları kapsama konusunda yetersiz kaldığıdır. Kitap, Arap milliyetçiliğinin temellerini atan şahsiyetlerde ise, ümmetçiliğin siyasal bir Arapçılık düşüncesinden çok daha fazla ön plana çıktığını söylemektedir.

Davişa’nın kitap boyunca en fazla üzerinde durduğu şahsiyet, 1920 yılında Suriye’den sürülmesinden önce Kral Faysal’ın eğitim sisteminin reformu için atadığı ve 1921 de Irak’a giderken yanında götürdüğü Satı El-Husri’dir. Yazar, Arap milliyetçiliğine asıl derinlik getiren ve Arap milliyetçiliği teorisini Irak’ta uygulamaya koyan kişi olarak Satı El-Husri’yi sunmaktadır.

Kitabın bir bölümü tamamen Satı El-Husri’nin Irak’taki faaliyetlerine ayrılmıştır. Davişa, diğer yazarlara da atıf yaparak, Satı El-Husri’nin Arap milliyetçiliğinin gelişimine en çok katkı sağlayan şahıs olduğunu söyler. Fransa ve Almanya örneklerinden yola çıkarak her iki ulusun milliyetçilik anlayışını karşılaştıran yazar, tarihsel gelişimlerine bağlı olarak ortaya çıkan Fransa ve İngiltere milliyetçiliklerinde devletin ulustan önce geldiğini, bununla birlikte Alman milliyetçiliğinde kültürün ön plana çıktığı bilgisini vererek, El-Husri’nin milliyetçilik anlayışının Alman milliyetçiliğine daha çok uyduğunu söyler. El-Husri’ye göre Almanlarla Araplar arasındaki ortak yön olan “kültürel milliyetçiliğin” sebebi Almanların da 19. yüzyılın son çeyreğine kadar devletleşmemiş olmalarıdır. El-Husri de, Faysal gibi, laik bir milliyetçilik anlayışına sahiptir. Buna göre, El-Husri, Arap dili ve tarihinin, peygamberden önce de zaten var olduğundan ve Arap Hristiyanlarını da kapsadığı düşüncesinden hareketle, İslam ümmeti kavramını dahi Arap ümmeti kavramıyla değiştirmiştir. Ancak yazar Davişa, El-Husri’yi bir eğitimci olarak milliyetçilik propagandası yapmak uğruna tarihsel olayları değiştirmiş olmakla ve tarihi milliyetçiliğe hizmet ettirmekle suçlamaktadır.

1920’ler ve 1930’lu yıllar Arap milliyetçiliği için gelişmenin çok yavaş yaşandığı yıllar olarak kalır. Irak’ı Arap dünyası için Arap milliyetçiliğinin merkezi konumuna yerleştiren El-Husri, bunu başarabilmek için en uygun yerlerin gelecek nesillerin yetiştirildiği yerler olan okullar olduğuna inanmaktadır. Bu yüzden de kendi doğrularına sahip olan bu eğitim sisteminde vurgu hep Irak milliyetçiliği ve Arap milletinin birliğine yapılmıştır. Davişa, eğitim sistemini ideolojileştirerek Abbasi dönemine yapılan vurgunun abartılması ve Osmanlı İmparatorluğu’na çok az yerilmesi dolayısıyla El-Husri ve kadrosunu eleştirmektedir.

Yazara göre Arap milliyetçiliğinin gelişebileceği üç ülke Irak, Suriye ve Mısır olmasına rağmen bu konuda aşılması gereken pek çok sorunla karşılaşılmıştır. Irak ve Suriye de mezhepçilik, bölgecilik ve aşiretçilik davranışları kapsayıcı bir Arap milliyetçiliğinin önüne geçmiştir. Mısır’daki sorun ise özellikle ülkedeki edebiyatçılar ve Saad Zaglul gibi siyasetçiler tarafından Mısır’ın dil ve din bağlılığı ile Arap olarak değil, daha çok bir Avrupalı olarak görülmüş olmasıdır. El-Husri’ye göre, Irak ve Suriye’den daha fazla geleceğin Arap milliyetçiliği için ümit bağlanan Mısır’ın düştüğü bu durum bir hayal kırıklığıdır.

Yazar 1930’larda kendi iç sorunları ile boğuşmakta olan Arap ülkeleri için, Filistin’e Yahudi göçünün artması ve 1936-39 Arap isyanının gidişatı değiştirdiğini söyler. Ayrıca, çok sayıda kişinin ölümüne yol açan isyan sırasında Arap ülkelerinde toplanan yardımlar ve Filistinlilerin kaygılarına karşı duyarlı olan Arapların Arap milliyetçiliği kadar jeostratejik ve ekonomik kaygılarının da olduğu belirtilmektedir. Arap ülkelerinin, 1939 yılında Arap isyanının bastırılması için Londra’da Yahudi ve İngilizlerle yapılacak olan görüşme öncesi Kahire’de bir araya gelmesinin, bölge ülkelerinin bir araya gelerek ortak karar alması ve dayanışmanın sağlanması açısından oldukça önemli olduğu vurgulanmaktadır.

1940’lı yıllarda bölgesel ve dinsel bağlılıklar halen Arap milliyetçiliğinden daha güçlüydü. 1945 yılında Mısır’ın liderliğinde kurulan Arap Ligi, Arapları birbirine bağlayan bağların varlığını kabul etmekle birlikte aynı zamanda her bir devletin egemenlik ve bağımsızlığının da kabulü anlamına geliyordu. Yazarın burada yaptığı önemli çıkarım, Arap Birliği’nin olumlu bir adım olmakla birlikte egemenlik kavramına yaptığı vurgu ile muhtemel bir birleşmeyi de engellemiş olduğu yönündedir.

Yazarın kitap boyunca vurguladığı önemli noktalardan biri diğeri de, kendisine verilen yüksek payeye rağmen Mısır’da, Mısır milliyetçiliğinin her zaman Arap milliyetçiliğinin önünde olduğu yönündedir. Kendi iç problemleri zaten oldukça fazla olan Mısır için, Arap ülkeleri ancak karşılaşılacak olan bir sorun karşısında yardım almak için başvurulabilecek oluşumlardır. Mısırlıların asıl odaklandığı nokta ise 1930’lardan itibaren ülkede giderek artan İngiliz varlığıydı. 1952 darbesi sonucu Mısır’ın siyasi ve ekonomik gelişmesi daha öncelikli oldu. Sınır aşan girişimler ve Sudan’a olan ilgisinde dahi, “Nil vadisinin birleşmesi” gibi yine bir iç meseleyle bağlantı kuruldu. Yazar, El-Husri’den farklı olarak, Cemal Abdül Nasır’ın Arap milliyetçiliğini bir araç olarak gördüğünü ifade eder. Nasır için asıl öncelik, emperyalist güçlere karşı bölgenin birlikte hareket etmesidir ve bu yüzden Batı’ya karşı tek başına savaşamayacak olan Mısır’ın Arapları yanına alması gerektiği için Nasır, Arap milliyetçiliğine yönelmiştir. Kitapta ayrıca Mısır’ın sadece siyasi ve ekonomik anlamda değil, kültürel ve sanatsal alanlardaki atılımlarına da dikkat çekilmektedir. Diğer Arap ülkelerinde dağıtımı yapılan gazeteler, radyo yayınları ve Araplar içinde en fazla rağbet gören sinema endüstrisine sahip olunması da Mısır’ın bölgedeki ününü artırmıştır ve artık bir idol haline gelen ve Nasır’a hitaben de şarkıları olan şarkıcı Ümmü Gülsüm bu kültürün yayılmasında en önemli hizmetleri olan kişilerden biri olmuştur. Davişa, Mısır’ın sahip olduğu bu potansiyele rağmen bunu yürekten istemediğini ve faydacı olarak yaklaştığını da eklemektedir.

Yazar Arap milliyetçiliğinin en popüler olduğu yıllar olan 1950’lerdeki önemli olaylara örnek olarak 1955 Bağdat Paktı’nın kurulması, 1956’da yaşanan Süveyş Krizi ve 1958 de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasını göstermektedir. Ancak Nasır, Bağdat Paktı’na katılmamış ve alternatiflerini kamuoyuna göstermek amacıyla Suriye ile ittifak kurmuştur. Nasır, Araplara Batı’dan bağımsız olunabileceğini göstermek amacıyla üçüncü dünya ülkeleri ve Sovyetlerle yakınlaşmıştır. Mısır’ın Çekoslovakya ile yaptığı silah anlaşması da Batı için kaygı verici olmuştur. Ayrıca Arap devletlerinin halkları, Mısır’ın yaptığı bu anlaşmayı sadece Mısır’ın değil tüm Arapların savunmasını güçlendirdiğini düşünmeye başlamıştır. Bu anlaşma Batı emperyalizmi ve İsrail’e karşı Araplar tarafından kazanılan bir zafer olarak adlandırılmıştır.

1956 yılında yaşanan Süveyş krizinde ABD’nin destek vermemesi sonucunda Fransa, İngiltere ve İsrail’in işgaline karşı kazanılan zafer, Arap dünyasında Nasır’ın ününü daha da artırmıştır. Arap halklarının kriz süresince Nasır’a verdiği destek kendi liderlerinin de Nasır ile aynı politikaları izleyerek bu devletlerle ile ilişkilerini kesmesi sonucunu doğurmuştur. Aynı durum, Bağdat Paktı içinde yer alan ve Nasır karşıtı olan Irak Başbakanı Nuri’nin dahi halkın baskısı karşısında İngiltere’ye karşı gösterdiği tepkide görülmüştür. Süveyş Kanalı’nın millileşmesi, Arapların gözünde o derece etki bırakmıştır ki El-Ümmetül Arabiye min El- Muhitül Atlasi ila El-Halicül Arabi (Atlas Okyanusundan Arap Körfezine Arap Milleti) kavramı giderek daha sık kullanılmaya başlanmıştır. Nasır’a gösterilen bu ilgi, Kahire’nin, birlik isteyen Arapların gözünde hedef bir haline dönüşmesine neden olmuştur.

Yazar, Nasır tarafından şüpheyle karşılanan ve Suriyeliler için içeride birliğin sağlanmasını amaçlayan Suriye’nin Mısır’a yaptığı birleşme teklifini heyecan verici bulmamaktadır ve bu teklifin duyulan korku sonucu ortaya çıktığını söylemektedir. Ayrıca, iki ülke arasındaki ekonomik farklılıklar ve çok partili sisteme sahip olan Suriye’nin Mısır’dan farklı olan idari yapısı, birbirine sınırı olmayan bu iki ülke için birleşmenin önündeki başlıca engeller olarak gösterilmektedir. Davişa, büyük çabalar sonucu ikna edilen Nasır’ın birleşmeyi kabul etmesinin ardından özellikle Suriye de yaşanan sevinç ve Irak Devrimi’nin ardından Iraklılar tarafından da Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılma isteğini Arap milliyetçiliğinin ulaştığı doruk noktası olarak görmektedir. Buna karşın, 1958 yılında Ürdün ve Irak’ın “Büyük Arap İsyanı”nı sahiplenerek kurmaya kalkıştıkları alternatif Arap Federasyonu ise kendi halkları tarafından dahi yeterince destek görmemiştir.

Ömrü üç yıl süren Birleşik Arap Cumhuriyeti, Mısırlı bürokratlara atamalarda gösterilen iltimas, Baas tarafından ortaya atılan eleştirilerin artması, ekonominin kötüleşmesi ve bunlara ek olarak merkezi ve tek otorite olmaktan vazgeçmeyen Nasır yönetimine karşı sorunların su yüzüne çıkması ile dağılmıştır. Arap milliyetçiliği yaralanmış bir şeklide devam etse de, Nasır’ın uğradığı bu hayal kırıklığı diğer Arap liderleri için güçlerinin artması anlamına geliyordu. Bu dağılma ile artık zihinlerde kavmiye kavramına karşı duyulan güvensizlik artmış ve Arap devletlerinin egemenliğinin ön plana çıktığı vataniye kavramı yer etmeye başlamıştır.

Yazar, 1967 yılında 6 gün sonunda Arap ordusunun yenilgiye uğramasını, Arap milliyetçiliğinin artık “Arapçılığa” dönüşmesindeki köşe taşlarından birisi olarak adlandırır. Halklar, hala Arap dünyasının bir parçası olarak kendilerini algılamaya devam etmekle birlikte, kazanan yine vataniye olmuştur. Savaş sonrası yenilgiye uğrayan Arap devletlerinin gündemi artık içeride ekonomik toparlanma ve ideal bir tek devlet altında birleşmek yerine “önce vatan” anlayışının öne çıkması olmuştur. 1970 yılında Nasır’ın ölmesi ile halefi Enver Sedat’ın iktidara gelmesi, Mısır’da bu eğilimi daha da artırmıştır. Yazar, giderek kültürel bir Arapçılığa dönüşen milliyetçiliğin zayıflığını göstermek için, 1982 yılında Lübnan’ın İsrail tarafından işgal edilmesi karşısında Arap şehirlerinde yaygın halk gösterilerinin yapılmamasını örnek olarak göstermektedir. 1967 sonrası Filistinlilerin kendi milliyetçiliklerinin inşa etmeye yönelmesi, Irak’ın İslam öncesi “şanlı” tarihini ön plana çıkarması ve radikal İslami kimliklerin İran devriminin de katkısıyla giderek merkeze doğru kayması gündeme gelmiştir.

Davişa, 1967 savaşı sonrası artık eski gücü kalmamış olan Arap milliyetçiliğinin düşüşü için bazı sebepler saymaktadır. Bunlardan birincisi 1960’lardan sonra ülkelerin bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte “emperyalist ötekinin” ortadan kalkmış olmasıdır. Diğer bir neden ise Arap milliyetçiliğini bir Sünni projesi olarak gören Şiiler ve Kürtler için bu milliyetçiliğin hala kabul edilebilir görünmüyor olmasıdır. Aşiret, din ve mezhep, Arap milliyetçiliğinin önüne geçmiştir. Arap milliyetçiliği için diğer bir rakip ise Radikal İslam olarak gösterilmektedir. Ayrıca Irak ve Suriye’de 1970’lerden itibaren kavmiye düşüncesinden vazgeçilmemekle birlikte vataniyenin daha ön plana çıkması ve ülkenin kendi ihtiyaçlarının öncelik haline gelmesi de bu duruma katkı sağlamıştır. Mısır’da ise Enver Sedat döneminde ülkenin isminin değiştirilmesi ve İsrail ile yapılan barış anlaşması gibi gelişmeler bu ülkede de giderek iç politikanın öne çıktığını gösterir. El-Husri, Nasır ve Eflak gibi önemli şahsiyetler İslam’ın Arapların ortak yönlerinden biri olduğunu kabul etmekle birlikte, onun Arap milliyetçiliği altında yer alması gerektiğini savunmuştur. Yazarımız da İslamcılar için en büyük rakibin laik milliyetçiler olduğunu savunmaktadır. Burada yazar tarafından vurgulanan bir diğer önemli nokta ise Arap milliyetçiliğinin niye bu kadar kolayca diğer ideolojiler tarafından altüst edilmiş olduğudur. Bu soruya verilen cevap, bu ülkelerde liderlerden bağımsız kurumsal dönüşümün gerçekleştirilememiş olması nedeniyle, liderden bağımsız işleyemeyen sistemin tehlikeye açık hale gelmesidir. Milliyetçilikler otoriter rejimler altında en görkemli günlerini yaşamıştır. Özgürlük kavramına ise bireysel özgürlük olarak değil emperyalizme karşı verilen mücadele olarak bakılmıştır. Davişa, milliyetçiliğin, her ne kadar 20. yüzyılın sonunda artık hayal bile olmaktan çıkmış olsa da aslında pek çok faydayı da ardında bıraktığını söyler. Bunlar, milliyetçilik duygusunun, ekonomik ve sosyal bakımdan bağımsız devletlerin ortaya çıkması, Arap bilincinin ve güven duygusunun gelişmesi ve Arapların tarihlerine geri dönüş için bir motivasyon oluşturması olarak açıklanır.

Davişa’nın, Arap Milliyetçiliği Zaferden Umutsuzluğa kitabında kullandığı dil her ne kadar objektif olmaya çalışsa da Arap Milliyetçiliğine eleştirel olarak baktığı ve geçmişte çok güçlü olan bu ideolojiye fazla güven duymadığı anlaşılmaktadır. Yazar, bu kavramın dönemsel olduğu ve bir araç olmaktan öteye geçemediği izlenimini vermektedir. Milliyetçiliğin ideologlarının ve liderlerinin dahi aslında siyasal bir birleşmeden çok pragmatik nedenlerle bu kavrama yöneldiği ve ‘vataniye’nin ‘kavmiye’den daha fazla benimsendiği kitap boyunca vurgulanmaktadır. Kitabın bazı sayfalarında birinci kaynaklardan çok ikinci kaynaklara referans verilmesi eksiklik olarak sayılabilecek olan noktalardan biri olmakla birlikte, konuya yaklaşımın bütünlük arz etmesi bakımından bu kitap Arap milliyetçiliği konusunda oldukça faydalı bir başvuru kaynağı niteliğindedir.

7 Ağustos 2010, Cumartesi
Serpil Açıkalın

1 yorum:

Flodner dedi ki...

I don't speak Turkish at all.
Sorry for offtopic, but I could not imagine Tukrish women can be SO beautiful!