15 Aralık 2020 Salı

Bir Annenin Entelektüel Olma Sancıları

Bir Annenin Entelektüel Olma Sancıları

Annelik çok tartışılan bir kavram. Bir anne olarak pozisyonunuz, yeri geldiğinde olumlu ama hiç ummadığınız anda da olumsuz işleyebilir toplum içinde. Çocuğunuzun o gün sizi en duygulandıran bir davranışını öğle yemeğinde arkadaşlarınızla paylaşırsanız, ebeveynlik deneyimi olsun ya da olmasın, ilgisiz yüzlerle karşılaşabilirsiniz mesela ya da çevreci bir arkadaşınız iklim krizinin nedenlerini nüfus artışıyla bağlantılandırırsa  bir anda vicdan azabı duyabilirsiniz. 

Anne olmamak ise bu satırları okuyanların zaten malumu olduğunu düşündüğüm pek çok olumsuz tepki doğuruyor toplum nezdinde. 

Peki bir de hasbelkader anne olmuş bir kadının düşünsel bütünlüğünü koruması mümkün müdür bunu tartışalım. Okumak zaman ister, hele bir de yazma meraklısıysanız büyük bir konsantrasyon da gerekiyor. Kadın bir yazar ya da akademisyenseniz, gündelik hayatın takipçisi olmak ve zihinsel olarak dinç kalmanız da gerekiyor. Oysa annelikle birlikte aylar boyunca gündemden uzak olmak ve çevreye ilginin dağılması en sıradan gün akışı haline gelebilir; buna karşın anın tadını çıkarma ve çocukla yaşanan zamanın kıymetini bilme yönündeki tavsiyelerle kısa süreli beyinsel sakinleşmelerin de yaşanabileceği git-gel halleri başlar. 

Etrafta art arda yayınlanan makaleler ve kitaplar ise uzak kaldığınız entelektüel çevrelerden hepten koptuğunuz, hatta bir daha geri dönemeyeceğiniz hisleri yaşatır bazı zamanlar. Günlerin gecelere karıştığı ilk birkaç yılın ardından uyku bozuklukları biraz olsun hafifleyince, eğer hala azminiz varsa yazmaktan çok arayı kapatma ve yazanlar nasıl yazmışsa okuyayım bari hissi ağır basar.

Benim için iki çocuklu hayatta en kurtarıcı olan, sabah insanı olabilmemdi sanırım. Sabah beşte kalkarsam mutlu, olur da saat altıya sarkarsa üzgün oluyordum. Çünkü ancak saat beşlerde kalkarak ortalama 3-4 saat herkes uyurken bir gün öncesini geriden de olsa takip etmek, okudukça yazmak, yazdıkça güne mutlu başlamak ve böylece günün koşturmacasına en azından gönül rahatlığıyla başlamak mümkün oldu.  

Sonra podcastleri ve sesli kitapları keşfettim ve ilginç bir dönem başladı...

Yalnız kalma ihtiyacıyla, dinlediğim bir kitabın ardından gelen sıradakine de hemen başlamak için olmadık yemekler yapmaya, hatta hesapta olmayan temizlik işlerini de aradan çıkarmaya çalışırken buldum kendimi. Tıpkı pek çok kadının  kaçışını en meşru gösteren alan olarak mutfağı seçmesi benzeri bir durumdu bu. 

Tabii bir de öyle ya, pandemi dönemi de bize çok iyi göstermişti ki modern olarak adlandırdığımız dönemde dahi, şirket CEO’su ya da bir profesör de olsanız dışarıdan aldığınız bakım ve temizlik desteği sekteye uğradığında evdeki iş dağılımında yeni gönüllüler ortaya çıkmıyordu. 

Okumaktan dinlemeye geçerek artık şekil değiştiren entelektüel gelişim imkanı, artık ev işlerini araç dinlemeyi ise asıl amaç haline getirmişti ve hatta bunun bazen cinsiyetçi roller ve  sosyalleşmelerle örülü olan düzeni ruhen hafiflettiğini dahi sanmıştım.

Ta ki bir yandan kitap dinlemeye çalışırken içeriden gelen sesi duyana kadar: “Anne pırt yaptım” diyordu bu ses, tam da güzel sesli kitap okuyucusu “feraset” dediği anda. Sonra “feraset” ve “Anne pırt yaptım” sesleri birbirine girdi,  ferasetin önündeki ve arkasındaki kelimeler neydi onları da kaçırmıştım tabii bu arada. Feraset bir dünyada, pırt ise öteki dünyadaydı; benim dünyam ise arada kalmış dünyaydı iki kopuk kelime arasında.  

Kadınların geçirdiği bu zorlu dönem, ardında büyük bir duygusal birikim bırakıyor; hele de okuyup yazmayı seven ve akademik hayatın peşinden koşan bir kadınsanız kendine has koşullar da getiriyor.

Saatlerle sınırlı olmayan, üçüncü dünyanın okur yazarı olmanın zorluklarını her daim içeren, yeri geldiğinde gökyüzünü sınır olarak göstermekten çekinmeyen ve her yeni gelişmeyle uzmanlık alanınızı geliştirmemiz beklenen bir dünyaya, yine saat sınırlaması olmayan ve korumasız bir varlığın girmesiyle ortaya çıkan tüm bu git-gel halleri anksiyeteye hiç de iyi gelmiyor. Akademisyen olmak bir sosyal statü sağlarken, entelektüel doyumsuzluğun özellikle kadınlarda yaşattığı ikilem, aşılması gereken pek çok eşik gibi yeni bir eşik olarak karşımızda duruyor.    

Serpil Açıkalın

3 Aralık 2020 Perşembe

HAYATIN KIYISINDA: TÜRKİYE’DE ENGELLİ MÜLTECİ OLMAK




3 Aralık haftasında sıklıkla engelliler konusunda kaleme alınmış yazılara rastlıyoruz. Bu yazı da onlardan biri olarak değerlendirilebilir, ama bu defa mülteci olmakla iç içe geçen engellilik nedeniyle sorunlar yumağına dönen hayatlar söz konusu olan.

Yaklaşık bir yıldır engelli mültecilerin istihdamını ve girişime yönlendirilmesini hedefleyen uluslararası bir projede yer alıyorum. Uluslararası projeler denildiğinde havada uçuşan evraklar, beklenen onaylar, katmanlaşmış görev yığınları, ülkeler arası atanan officerlar, denetimler ve ardı ardına sonu gelmez toplantılar akla gelebilir ve gelmeli de. Bu yüzden arada kendimi yürüyen bir evrak dolabı gibi hissetmem de normal karşılanmalı. Ama bu projeler sayesinde şahit olduğum hayatların bendeki etkisi daha derin ve tarifi zor nitelikte.

Varsayalım ki savaşta aldığınız yara, geçirdiğiniz bir kaza ya da doğuştan kaynaklı nedenler dolayısıyla engellisiniz ve ülkenizdeki karmaşa ortamında (muhtemelen sizin dışınızdakilerin aldığı kararlarla) en mümkün görünen sınırları aşarak başka bir ülkede korunma altına alınıyorsunuz. Mültecilik ve engelliliğin yanına bir de kadın olmak ya da çocuk olmak gibi pek çok diğer kimliği koyduğumuzda, yaşanan özel kaygılar ve toplumsal işleyişin değişmesi gibi sebeplerle konu daha da çetrefilli bir hal alıyor.

Son bir yıl içindeki çalışmalarım, özellikle savaş mağduriyetleri sonucu ortaya çıkan engellilik hallerinin gündeme geldiği ve dayanılması güç dinleme seanslarını da içermekteydi. Sivil toplum çalışanlarının bu travmatik hikayelerle karşılaşmaları sonrası süpervizörlük alabilecekleri imkanların kısıtlılığı, ikincil travmalara ve akışında giden kendi hayatlarının dahi sarsılmasına neden olabiliyor. Duygularla örülü hikayeler içinden rasyonel çözümlere erişme zorunluluğunun getirdiği baskı ise göç, savaş, insan hakları ihlalleri ve benzeri alanlarda çalışan görevlilerin hayattan ve gelecekten ümidini kırabiliyor zaman zaman.

İşkence sonucu görme yetisini, dişlerini ya da uzvunu kaybedenler ve tecavüze uğradığı için yaşadığı travmayı günlük hayatında en derinden yaşayanlar, hayatının en parlak yıllarında vücuduna isabet eden bir bombanın etkisiyle yürüyemez hale gelenler, kendisi ve geride kalan ailesinin güvenliği nedeniyle yüzünü göstermekten imtina edenler ve daha niceleri. Engellilik hali ağırlaştıkça, savrulmuş yaşamların döngüsünde zorluklar da katlanarak artıyor. Tüm bu sarmal ise pek çok zaman başkalarına bağımlı kalmayı ve (eğer sığınacak bir evi hala varsa) bekleme ağırlıklı bir hayatı beraberinde getiriyor. Dil bilinmeden gelinen yeni ülkede, çevrenizde size kol kanat geren insanlar varsa bile üreten bir birey olarak öne çıkma sıralamasında hep geriden geliyorsunuz. İşte bu yüzden yüzbinlerce engelli mülteciden sadece onlarcasına ulaşabilmek dahi, sembolik bir kültürel değişimi beraberinde getirebilir umudunu da taşıyor bizler için.

Dinlediğimiz her hikâyede konu dönüp dolaşıp tedavi imkanlarına da geliyor. Başlangıçta her tanıştığımız vakaya kişisel imkanlarımızla yardım etme, çevremizden yardım toplayarak güçlendirme yolları arama alternatifleri gündeme geliyor; ancak zaman içinde vakaların sayısı arttıkça herkese erişemeyeceğimiz gerçeği de yüzümüze vuruluyor. Günden güne görme yetisini kaybeden bir engellinin gözlerimiz önünde bu süreci deneyimlemesinin psikolojik ağırlığını anlatmak ise hiç de kolay değil. Ya da 30 bin Dolar gibi bir masraf karşılığında %50 görme yetisine erişebileceğini söyleyen biri karşısında, yeterli maddi imkanlar sağlanmadığı için görmeden geçirdiği her bir günün kaybını nasıl telafi ederiz sorusunu hep geciktirmek zorundasınız ki gündelik hayat içinde gülmeye devam edebilesiniz ve geceleri rahatça uyuyabilesiniz.

Bir mülteci için en büyük sorunlardan birisi geldiği ülkenin bürokratik sistemini bilmemek. Sağlık sorunlarınızın yüksek seviyede olduğu bir engelliyseniz, sağlık sistemi de hem taşıdığı karmaşa hem de tedavi için gerekli maddi ağırlığı nedeniyle tam bir bilinmezlik haline dönüşüyor. Konuştuğum engelli mülteciler, genelde tedavilerinin Almanya, Amerika ve İngiltere gibi Batı ülkelerinde yapılabildiği yargısına sahip. Türkiye’deki imkanların yeterliliği konusunda sahip oldukları bilgi ve yönlendirme eksikliği, muhtemelen engellilik durumlarının gün geçtikçe daha da ağırlaşmasına neden oluyor.

Özetle, bir bireyin sağlık sorununun teşhis edilmesi ve tedavi yollarının bu kişiye açıklanması en temel haklar arasında ve bu haklar engelli bireyler ve sağlık sorunları yaşayan mülteciler için her şeyden daha önemli bir sırada yer alıyor. Bu konuda göstereceğimiz rehberlik, elinden tutma, sorunları aktararak sistemi değiştirme çabası çok kıymetli olsa da var olan engellerin kimi zaman gözümüzün önünde ilerlemesi maalesef ümitlerin yitirilmesine neden oluyor.

Serpil Açıkalın Erkorkmaz

https://m.bianet.org/bianet/yasam/235476-turkiye-de-engelli-multeci-olmak






11 Mayıs 2020 Pazartesi

Serpil Açıkalın Erkorkmaz, "Maskülen psikolojik şiddete karşı güçlü olmak gerek"

Ortadoğu konusunda uzman olan ve İnsani Gelişme Vakfı'nda Kıdemli Araştırmacı olarak çalışan Ortadoğu Uzmanı, Araştırmacı-Yazar Serpil Açıkalın Erkorkmaz'ın akademik dünyadaki yolculuğu eğer isterse bir kadının neleri başarabileceğinin en güzel örneklerinden biri...

Gençlik yıllarını geçirdiği Balkan mahallesi, katıldığı gençlik kampları, değişim programları, okuduğu kitaplar onun yolunu çizdi. Master'ını ODTÜ'de Orta Doğu Çalışmaları'nda yaparken aynı zamanda Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nda çalıştı, Mısır'da Arapça öğrendi. Bulduğu her fırsatta daha yakından tanımak için soluğu Orta Doğu'da aldı. Ortadoğu üzerine yazılar kaleme aldı, kitap yazdı, çevirdi, uluslararası ilişkiler alanında doktora yaparken araştırma görevlisi olarak çalıştı. 1,5 yaşındaki kızını İstanbul'da bırakıp Tunus'taki bir değişim programına katılmaktan, bir semineri takip etmek için Amerika'ya gitmekten hiç geri durmadı. İkinci kızı doğduktan sonra da öğrenme arzusu, azmi hiç hız kesmedi. Şimdilerde İnsani Geliştirme Vakfı İNGEV’de Suriyeli mültecilerin geçim kaynaklarını geliştirmek için çalışan Kıdemli Araştırmacı Serpil Açıkalın Erkorkmaz,  akademik kariyer yolculuğunu, kızlarını büyütürken yaşadıklarını, kurumlarda karşılaştığı ve hem kadın hem de erkeklerin sergilediği 'maskülen' tavırları İşte Kadınlar'a anlattı.


Sizi tanıyabilir miyiz, eğitim kariyer yolculuğunuz nasıl ilerledi, şimdi hangi şirkette hangi pozisyondasınız?  

1980 İstanbul doğumluyum. İlk gençlik yıllarım, Zeytinburnu’nda bir Balkan mahallesinde geçti. Buradaki insan ilişkileri benim çok çok sonraları dolambaçlı yollardan sosyal bilimlere yönelmemde oldukça etkili oldu. 1989 yılı Bulgaristan göçü ve geçmişte Kosova’dan göç edenlerin mahalle ortamında Türkiye’deki diğer etnik gruplarla karşılaşmalarını gözlemlemek sonraki yıllarda benim açımdan göçün ve gruplar arası ilişkilerin hangi formlarda işlediğiyle ilgili içeriden gözlem olanağı sundu diyebilirim. Lise yıllarımda matematiğe ve geometriye oldukça ilgiliydim. Orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak benim için ansiklopediler ve gazeteler çok kıymetliydi. Ortaokul yıllarımda saatlerce odamda ansiklopedi okuyarak zaman geçirdiğimi, lise yıllarımda gazete yazarlarını takip ettiğimi hatırlıyorum.

Okula çok erken yaşta başladım ve hayatımın en önemli belirleyicisi, inatçı bir yapıyla istediklerim konusunda ısrarcı olmamdı. Gazi Üniersitesi İşletme bölümüne girdim ve üniversitede fotoğrafçılık ile ilgilendim, ülke içinde gençlik kamplarına katıldım ve Ulusal Ajans’ın desteklediği Ürdün’de bir uluslararası gençlik programına katıldım. 16 yaşından itibaren yaz stajlarına başladım. Üç yaz boyunca staj yaptım ve staj sırasında bilirsiniz pek bir şey yaptırmazlar, benim hep “yapabileceğim bir şey var mı?” diye sorduğum zamanlar oldu. İkinci staj yerimi ayarlarken kendim çat kapı giderek sorduğumu ve görüşmenin sonunda kabul edildiğim halde insan kaynakları yetkilisinin, “size tavsiyem iş görüşmesine yırtık kot pantolonla gitmeyin” dediğini hatırlıyorum.


Mezun olduktan sonra İstanbul’a dönerek bir süre dış ticaret alanında çalıştım. Ancak sosyal bilimler beni çekiyordu, KPSS sınavına girdiğim gün hayatın bir cilvesi olarak yerde kitap satan bir kitapçıdan aldığım Ortadoğu tarihi kitabı benim geleceğimi şekillendirdi diyebilirim. Paramı biriktirerek Romanya’daki kısa süreli Göç, Toplumsal Cinsiyet ve Militarizm workshopuna katıldığımda akademik kariyere yönlenmem gerektiğini gördüm.

ODTÜ’de Ortadoğu Çalışmaları bölümünde master programından kabul aldım ve İstanbul’dan Ankara’ya geri göçtüm. Trenle Ankara’ya giderken babamın beni gitmemem için ikna etmeye çalıştığını hatırlıyorum, ama her zamanki gibi isteklerimin peşinde koşmaya kararlıydım. ODTÜ hayatı eğitim dünyasında beni çok geliştirdi ve Ankara’da yaşadığım yıllarda stajyer olarak girdiğim Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nda Ortadoğu uzmanı olarak çalışmaya başladım. Ortadoğu çalışırken Arapçanın ne kadar önemli olduğunu gördüm MEB bursu ile Mısır’a gittim. Mısır da apayrı bir deneyimdi benim araştırmacı olma yolumda ve akademik hayatımda. 27 yaşındaydım ve burada oldukça yetersiz olan dil bilgimi geliştirmek için günde iki kursa gidiyordum, aynı zamanda da tezimi yazmaya çalışıyordum. Ama standartları oldukça düşük olan ve zorluklarla dolu bir ülkede kalmak zorunda olmama rağmen yereli tanıma isteği benim için çok önemliydi. Kahire Üniversitesi’nin yurdunda bazı Mısırlı arkadaşlarımın beni ailelerinin yanına köylerine davet etmeleri benim kültürü öğrenmemde çok faydalı oldu. Sanırım iyi bir dinleyiciyim, insanların hayat hikayelerini dinlemeyi ve empati kurmayı çok seviyorum. Ortadoğu çalışmalarında da bu hikayeler öngörüyü oldukça artırıyor diyebilirim. Bir defasında beni davet eden arkadaşımın öğrenci yurdundan aldığı reçeli evinde kahvaltıda masaya koyduğunu gördüğümde ülkedeki yoksulluğun düzeyini anladım. Aynı zamanda ülkedeki bireylerin hayatını öğrenmenin ülkenin tarihine yönelik öğrenme sürecimde bana çok katkısı oldu. Öğrenme isteği beni yine kendine çekiyordu, üç ay için gittiğim ülkede toplam sekiz ay kalmıştım ama Mısır gibi Ortadoğu’nun en kilit ülkelerinden birinde yaşama deneyimim benim alanı tanımamı sağladı ve köşe yazıları ile yazmanın zevkine vardım. Bu dönemde Ortadoğu alanında televizyon ve radyo yayınlarında gündemi yorumlamaya da başladım aynı zamanda.


Her fırsatı Ortadoğu’yu daha iyi tanımak için fırsat kolladığımı ve kimi zaman valizimi toplayarak otobüse atlayıp Suriye’ye ve oradan yine otobüsle Lübnan’a bazen planlı bazense kalacağım yer dahi belli olmadan gittiğimi hatırlıyorum ve bu cesaretime bugün şaşıyorum. Bu yıllarda Lübnan, Suriye gibi ülkelerde birkaç haftalık exchange programlarına katılarak bu ülkelerin gündemini takip etmeye çalıştım, Irak’a seçim gözlemcisi olarak birkaç kez gittim. Geriye dönüp baktığımda Bağdat, Kahire ve Şam gibi başkentleri o yıllarda görmüş olmanın bugünkü şartlarda ne kadar kıymetli olduğunu görüyorum.


Bu dönemde birinci yazarı olduğum ortak yazarlı Yemen Dosyası kitabımız basıldı. Sonrasında, 2010 yılında Koç Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde doktoraya başladım ve aynı zamanda da araştırma görevlisi oldum. Bu okul benim teorinin ve metodun önemini tam anlamıyla fark ettiğim bir yer oldu. Sonrasında Marmara Üniversitesi Ortadoğu Siyasi Tarihi ve Uluslararası İlişkileri bölümü doktora programına yatay geçiş yaptım. Arada evlenmiştim ve etrafımdaki “ne gerek var” sözlerine aldırmayarak Harvard Üniversitesi’ndeki Ortadoğu programındaki seminerleri takip etmek ve kendi alanıma tekrar geri dönmek için 15 günlüğüne de olsa tek başıma yola koyuldum, burada Bangladeş kökenli bir ailenin yanında misafir kaldım. Bu deneyim dahi göçmenlerin yaşamına dair çok önemli bir temel verdi bana. Öğrenme arzusu doktora sırasında da sürdü, geçiş yaptığım okulda ders yüküm olmadığı halde ve aynı zamanda ilk kızıma hamileyken doktora derslerini dinleyici olarak takip ettim.


Çocuklu Hayat

Kızım doğduktan sonra ilk aylar tabii ki zordu, ama garip düzeyde bir iyimserlik ve umut ile doluydum. Kızım sabahın ilk ışıklarında uyandığında onu emzirirken bir buçuk saat koltukta sessizlikte oturduğumu ve kızım uyuduğu halde onun güzelliğini izlerken bir yandan da Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları romanını okuduğumu hatırlıyorum.

Bu sırada evden nasıl bir iş yapabileceğimi düşünmeye başladım ve yayınevlerine çevirmen olmak için CV’mi göndermeye başladım. Bebeğim dört aylıkken ilk kitap çevirimi yapmaya başladım. Bu süreç inanılmaz zorluydu, yine yerimde duramamış ve sanki gereksiz bir iş yüklenmiştim. Ama çeviri yapabilmek için bebeği kayınvalideme bırakarak arada dışarıda bir kafeye gidip çalışmak, evde herkes uyurken hayattan kopmadığımı kendime gösterebilmek adına işe yarar bir şey yaptığımı düşünmek bile bana iyi geliyordu. Kızım 1,5 yaşındayken 10 günlüğüne Tunus’ta bir exchange programına gittim çünkü Ortadoğu çalışmaları beni yine çekiyordu ve konulardan uzaklaştığımı düşünmeye başlamıştım. Bu süreç benim araştırma ve yazmaya geri dönüş arzumdu bir anlamda. Kızım Feride büyürken kendi alanımda ve dışında toplamda üç kitap çevirmiş oldum; ayrıca kadın ve adalet konusunda bir Tübitak projesinde araştırmacı olarak freelance çalıştım. İkinci bebeğime hamileyken, proje için şehir dışı mülakat görüşmelerine ve aynı zamanda tez araştırmamın mülakatları için yine 10 günlüğüne Tunus’a gittim.

İkinci kızım Ayşenur doğduktan sonra bir süreliğine daha dingin olmayı tercih ettiğimi hatırlıyorum. Hayatın koşturmacasında doğum sonrası ilk ayların benim için meşru bir mola olduğuna inanmıştım, artık önceliğim doktora tezimi bitirmekti. Ama bu sırada yine boşta kaldığımı söyleyemem. Kızım 3 aylıkken anneler arasında bir kitap kulübü kurma düşüncesiyle yola çıktım, seçtiğimiz kitap Kurtlarla Koşan Kadınlar idi ve ilk kitap toplantısında bebeğimi de yanımda götürerek emzirmiştim, bu durum diğer annelerin dahi şaşkınlıkla karşıladığı bir şeydi. Aynı zamanda bebeğimle sinebebe gibi sosyal faaliyetleri de takip etmeye çalıştım. Yağmurlu bir gün metro ile Rexx sinemasına gidip sinebebede film izleyeceğimi söylediğimde yakınlarımın benim ikna etme çabalarını hatırlıyorum. İyilik temelli olsa da “Biz o filmi sana evde açarız”, “Hava yağmurlu yorulursun” gibi tüm önerileri kibarca reddettim ve iyi ki de böyle yapmışım. Sanırım yaptığım ya da kafamdaki planlı işin doğruluğuna inanmak benim en iyi motivasyonum ve zaman içinde inandığım değerler için etrafımdan gelen vazgeçirme önerilerini dinlememek de sonunda başarmanın yolu benim için.


Kızım altı aylık olduğunda ve katı gıdaya geçtiğinde ilk işim tezime kaldığı yerden geri dönmek oldu. İlk dışarı çıktığım gün heyecandan yanlış tekli spor ayakkabılar giydiğimi hatırlıyorum.


Full Time İş Yaşamına Alışmak

Bir yandan doktora tezimi bitirmeye çalışırken sivil toplumda iş aramaya başladım ve 2019 yılında İNGEV’de çalışmaya başladım. Burada Suriyeli mültecilerin geçim kaynaklarını geliştirmek için çalışıyoruz. Araştırma danışmanı olarak başladığım işte bugün kıdemli araştırmacı pozisyonunda devam ediyorum. Yıllarca freelance olarak çalışmaya alıştığımdan çekingen olarak ve acaba çok şey mi kaçırdım diye başladığım işte, değişik araştırma projelerinde hem akademik yazı geçmişimin ve hem de öğrendiğim metoda dayalı araştırma altyapısının beni bir yıl gibi kısa bir süre içinde hızla ilerlettiğini gördüm. Sanki hayat çok dolambaçlı yollardan benim eksiklerimi tamamlamıştı ve tabii ki hala bu tekâmül süreci devam ediyor. Ortadoğu’yu, Arapça öğrenme maceramı, akademik çabamı ve yazıyla haşır neşirliğimi bu işte yoğurmuş oldum. Yakın zamanda Tunus ve Türkiye kadın sivil toplumunu araştırdığım doktora tezimin savunmasını yaptım ve doktora maceramı tamamladım. Böylece hem uzun yıllardır kesintilerle akamete uğramış dahi olsa emek verdiğim bir işi tamamlamanın mutluluğunu yaşadım hem de yeni planlar yapabilmek için omuzlarımdan ağır bir yük kalkmış oldu.

Halihazırda insana dokunan bir projede aktif olarak yer almanın kişisel tatminini tarif etmem ise çok zor. İstanbul’da yaşayan engelli mültecilerin ve yerel halkın istihdama katılmalarını amaçlayan projemizde, kişilere ulaşma, eğitim sürecini organize etme ve iş dünyasındaki talepler doğrultusunda işe yerleştirme gibi amaçlarımız var. Bunun dışında akademik kariyerimi de dersler vererek devam ettirme planım var ve bugünlerde doktora tezimi kitaplaştırmakla meşgulüm. Toplumsal cinsiyet, göçmenlik, sivil toplum, vatandaşlık ve Ortadoğu sosyal hareketleri gibi konular beni kendine çekiyor. Aynı zamanda kızlarım doğduktan sonra çocukluğun ne kadar önemli olduğunu, kalkınmanın en temel yolunun çocuklara eşit fırsatlar sunmaktan geçtiğini daha iyi gördüm.


Hangi alanda uzmansınız, özellikleriniz neler, kısaca anlatır mısınız? Sizin mesleğinizi seçmek isteyen veya bu yolda ilerleyenler kadınlara rehber olması için yaptığınız işle ilgili, uzmanlığınızın olduğu konuda püf noktalarını paylaşır mısınız?

Ben İNGEV’de Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nde insani gelişim monitörlerinin dönemsel olarak çıkarılmasında çalıştım, raporlar yazdım ve aynı zamanda mültecilerin ekonomiye katılımı üzerinde kalitatif ve kantitatif projelerde yer aldım. İlerleyen dönemde ise daha uzun vadeli projelerde yer almayı tercih ederek bir yıllık hâlihazırdaki engelli bireyleri önceleyen projeye ekibimizle başladım. İlk zamanlar yıllardır ihtiyaç duymadığım Exceli dahi unuttum nasıl olur ki diye düşünürken ve sivil toplum alanına çekingenlike yaklaşmışken son bir yılda çabuk ilerlediğime inanıyorum. Çünkü her ne kadar evde kaldığınız dönemde iş hayatından çok uzaklaşıyormuşsunuz gibi görünse de aslında yeni işte toparlanma süreci o kadar uzun sürmüyor, hayatın her aşaması ayrı bir öğrenme ve sindirme dönemi. İş yaşamında ve hatta tüm hayatta en önemli konu ise bilginin peşinde gitmek, konuyu bilen kişileri dinlemeyi bilebilmek, eksiklerinizi tespit edip mevcut koşullarda tamamlamanın yollarını bulmak. Bazen sıfırdan yeni şeyler öğrenmek zorunda kalabilirsiniz, bu aslında hayatın olağan bir sonucu ve bir kitaptan ya da online imkanlarla yeni bir konuya kimsenin rehberliği olmadan başlayabilmeyi bilmek gerekiyor. Yeni sertifikalar almaya, internetten sanal dersleri takip etmeye devam ediyorum. Geçmişte bilgisayar programcılığına yönelik aldığım derslerin bana en büyük katkısı analitik ve algoritmik bir düşünce yapısını kazanmam oldu, bu özelliği hala çok değerli buluyorum. Sanırım iş yaşamının en önemli püf noktası ise sizden yapmanız istenen bir iş olduğunda “Ben bunu yapamam ki” cevabını vermek yerine bu konuyu bilmiyorum ama biraz çalışarak öğrenebilirim diyebilmek. Hırslı olmak zararlı olabiliyor ben azimli olmanın ve sorumluluklarının bilincinde iş yaşamında yer almanın önemine inanıyorum. Bu ise iş ve özel yaşamınızın karışmasını zaman zaman getirse de önemli olan nerede tekrara düştüğünüzü ve nerede kendinizi geliştirdiğinizi görerek ilerlemek. Bir de yeni bir işe başlarken mütevazi olmakta fayda var, çünkü vaatlerinizle sizden beklentiyi artırdığınızda hayal kırıklıkları yaşanabilir. Bunun yerine yeteneklerinizi çok abartmamak ve zaman içinde ortaya çıkarmak doğru geliyor bana.

Sivil toplum alanında, yerelde operasyonel olarak çalışmak çok önemli ama bunu teorik ve özellikle çalıştığınız kesimlerle ilgili kültürü tanımaya yönelik okumalar ile de tamamlamak oldukça önemli. Yaptığınız araştırmayı derli toplu ve dağıtmadan sunabilmeniz de her işin ayrılmaz parçası. Bu işte akademik geçmişimin getirdiği en önemli katkı, araştırma yöntemlerine ve teorik altyapıya aşinalık oldu ve en önemlisi de zaman zaman naiflik olarak dahi adlandırılsa optimizmi benimsemek beni kurtardı diyebilirim. Optimist olmak ama realizmi de kaybetmeden bunu yapabilmek sizi yeniliklere açık hale getirebiliyor, diğerleri olumsuz yorumlarla pes ettirmeye çalışırken hayal kurabiliyorsunuz ve pes etmiyorsunuz. Bir de detayları kaçırmamak, alanın dinamiklerini ve ufak etkileşimleri dahi ihmal etmeden analizlerinizi yapabilmek sivil toplum dünyasında çok önemli.

Tabii sivil toplumda karşılaştığınız vakalar her zaman iç açıcı olmayabiliyor, kendinizi psikolojik olarak da kırılganlıklara karşı hassasiyet göstermeye ve dayanıklı olmaya hazırlamalısınız. Bu ikisi dengeli olmalı. Hassas olup dayanamadığınızda işi devam ettiremezsiniz. Hassasiyetinizi kaybettiğinizde ise toplumsallık ruhunu kaybederek gelecek fonların hesaplarıyla ruhunuzu ve yaptığınız işin içeriğini kirletebilirsiniz. Dolayısıyla adanmışlık çok önemli ve bu işi ofiste bırakmak değil gönüllülük yoluyla semtinizde ya da mahallenizde de devam ettirmek gerekiyor. Gelişmekte olan ülkelerde maalesef sivil toplum devletin rolünü de almak zorunda kalabiliyor çoğu zaman, dolayısıyla Putnam’ın ifadesiyle kuş gözlem kulüpleri kurmak yerine insanların açlığını gidermeyi esas alan örgütlenmelere gidiyorsunuz. Bu projelerde ise kişilerin size bağımlılığını devam ettirmek değil de kendi başlarına ayakta kalmalarında elinizden geldiğince yol göstermek şiarınız oluyor.

Çalışan kadın olmak ne demek nasıl açıklarsınız? Kadınlar neden çalışmalı? Çalışan kadınların yaşadığı en önemli sorunlar sizce neler? Siz neler yaşadınız?

Çalışan bir kadın olmak hele de evli ve çocuklu iseniz hem yakın çevrenizi hem de iş ortamınızı idare etmeyi gerektiriyor. Ev içinde adil bir iş bölüşümü pek çok hanede maalesef söz konusu değil, yani ikili çalışma sistemine geçiyorsunuz aslında dışarıda da çalışırken. Bu safhada aynı evi paylaştığınız herkesi eğitmek zorunda kalabilirsiniz, bunu başarabildiğiniz de olur başaramadığınız da ya da hiç sorgulamazsınız ve belki sorgulamazsanız daha az üzülürsünüz. Ev içinde yaptığınız sayısız işleri ve bu işlerin orantısızlığını bir defa gördüğünüzde de artık bunu kabul etmemeye başlıyorsunuz.

Evden çalıştığım sürede kızım 4 yaş civarındaydı ve yaptığım işi anlatmakta çok zorlanıyordu, doktor değilim öğretmen de değilim ama sürekli bilgisayar başında ve meşgulüm. Bir şekilde entelektüel olarak gelişimimi devam ettirmek için de okumak ve bilgisayardan gündemi takip etmek zorundaydım ama para kazanmak da gerekliydi, belirsizlik ise en rahatsız edici olanıydı. Çocuklarım benim yoğun ev çalışmalarım sayesinde kendi başlarına oyun kurmayı öğrendi ve bu uzun vadede bizim için avantaj oldu.

Ev içindeki yoğunluğu aşma yöntemim ise sabahları yalnız başıma geçirdiğim birkaç saatlik zaman dilimi. Uzun yıllardır sabah güneşin doğumuyla kalkmaya alışkınım, saat 6’da uyandığımda geç kalkmışım dediğim günler oluyor. Çocukların uyanmasına değin okuduklarım ve yaptıklarım günün en önemli ve içsel tatmin duygusunu uyandıran zaman dilimi benim için. Özellikle çocuklu kadınların bu tarz yalnızlık anlarına ihtiyacı var. Pencereleri açıp sabah kuşların cıvıltısını dinleyerek güne başlamanın doğal bir terapi yönü var yoğunluk içinde. Pandemide de bu yöntemi uyguluyorum çünkü iki yasaklı hafta sonu arasında bir bakıyorsunuz ki günler geçmiş oluyor. En büyük şanslarımdan birini ise balkonumun olması olarak görüyorum çünkü balkonlar dışarı açılan bir ara alan işlevi görüyor.

İkincisi konu ise çalışma yaşamındaki maskülen tavırlar. Dikkat edin erkek demiyorum sadece çünkü maskülenlik, pek çok erkekte olmakla birlikte hepsinde yerleşik olmayan ama aynı zamanda kadınlarda da rastlanabilecek bir özellik. İş hayatında bu tavır beni hep rahatsız etti, iki çocukla yeni bir işe başladığınızda değişik bakışlarla karşılaşabiliyor ve size geç kalmışlığınızı hatırlatan yorumlar duyabiliyorsunuz. Bu bakış açısı ilkelliklerle dolu ve kadının eşitliğini aynılıkla karıştıran bir zihniyetin eseri aslında. Annelik konusunu kadının tek vasfı olarak algılayarak ötesindeki bilgi birikimini ihmal eden tavır, her ortamda ve en kurumsal şirketlerde dahi karşılaşabileceğiniz boyutta.


Karşınızda entelektüel birikimiyle övünen birisi bir anda size, “filtre kahve yapmayı biliyor musun?” diye sorabiliyor çünkü kadınsın, burada tabii ki hayır diyebilmelisin. Bir sivil toplum çalışanı sizi çok şaşırtan bir şekilde, “kadınlarla erkekler tabii ki eşit değil, erkekler geçmişte de avcıydı” yorumunu yapabilir pekâlâ. Tüm birikimine rağmen karşınızdaki kişi, modern görüntüsü altında iş yerinde kadının rolünü buna göre kurguluyor olabilir. Ya da aynı kişiler, karısının kendisine her sabah kahvaltı hazırladığı yorumunu yaparak bununla övünebilir. Cinsiyetçi şakalar ise yapanın yanına kalan ve çoğu zaman uyarı bile almayan düzeylerde olabiliyor. Bu tarz yorumların sizde yarattığı psikolojik şiddete de dayanabilmeniz ve güçlü olmanız gerekiyor. Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabı bana bu karakterleri tanımamda oldukça yardım etti, çünkü öncelikle tanımlamayı yapabilmeniz gerekiyor. Tanımlama yapmadan teşhisi koyamıyorsunuz. Tanımlamanız gereken, karşınızda bulunan iş arkadaşınızın ya da partnerinizin toplumsal yaşamda artık sorgulanmayan pederşahi eğilimli tavrı ve maskülenliğin ete kemiğe bürünmüş şekliyle karşınızda dikilerek sizi maruz bıraktığı davranışlar. Bu tanımı yapabilmek ise büyük oranda feminist bir bakış açısına sahip olabilmenizi gerektiriyor. Ancak teşhisi koyduğunuzda iş yaşamında ve ev yaşamınızda mücadeleye başlayabilirsiniz. Yoksa iş yaşantısındaki cinsel tacizi dahi tanımlayamaz olursunuz.

İş yaşantısındaki en tehlikeli kişiler ise mahallenin abisi kişilikleriyle öne çıkan kişiler. Genelde libidosuz bir imaj çizen ve orada olmalarını büyük oranda yıllara dayalı işverene bağlılıkları ile açıklayan bu kişiler çok tehlikeli olabiliyor; çünkü kendilerini teknolojik ve kültürel anlamda geliştirmeksizin işte kalıcılıklarını “abilik” tavırları ile sürdürmeye çalışıyorlar. Doğal olarak bir süre sonra işe göre insan mantığı bu kişilere uygulanmıyor oluyor, çünkü kendisini geliştiremediği için bu kişiler her işi yapamıyor, ama abiliklerinden vazgeçilmeleri de mümkün olamadığından bu kişilere iş yaratılmaya çalışılıyor. Böylece işyerinin abisi oluyor size aylak abi.

Ayrıca erkekler birbirlerine abi diye hitap ederken kadınlar farklı hitap yolları ile iş ortamında ayakta kalmayı sağlamaya çalışıyor; bu da garip bir ilişkiler ağı yaratıyor. Tabii böyle kurgulanan iş ortamında kadınların eşitsiz bir şekilde aşırı zeki olması gerekiyor tüm bunları atlatıp günün sonunda rahatça başını yatağa koyabilmesi için.


Pandemi nedeniyle işiniz nasıl etkilendi, evde neler yapıyorsunuz, iş bölümü nasıl? Pandemi sonrası yeni normal hayatta sizce bizi nasıl bir hayat, ekonomi bekliyor?

Akademisyenlikte günlerce evden çıkmadığım ve tek kişilik kütüphane odalarında saatler geçirdiğim dönemler oldu. O dönemlerde ara sıra, dışarıda dünya dönüyor ve ben buradayım diyordum ve bu rahatsız edici oluyordu zaman zaman.

Pandeminin ilk döneminde çok zorlanmadım ve psikolojik olarak yıkıntıya da uğramadım. Sıkılacak vaktim de iki çocuk ve evden işe devam ederken pek yok. En büyük avantajım aralarda çocukları aynı apartmanda oturduğumuz babaanne ve dedeye bırakabilmek. Evde çalışmalarımız, projemizin var olan aşamasında devam etti, dolayısıyla toplantılar ve yoğunluk da sürüyor. Toplantılarda kişinin kendisini görüyor olması da sürekli baktığınız ayna efekti yapabiliyor ve bu da oldukça garip bir durum.

Pandemi sürecinde dayanıklılığınız bir kez daha sorgulanıyor, sürekli dönen webinar serileri bazen aynı kişilerin 3. ya da 4. kez farklı isimler altında aynı şeyleri anlattığı bir döngüyü yaratabiliyor. Bu nedenle webinarların takibinde de çok seçici olmak lazım, yoksa yetişememe ve telaşlı olma hali daha da artıyor.

Evde iş bölümü benim büyük ısrarlarımla eskiye göre daha eşitliğe yaklaştı. Ben iş aralarında evde bana düşen işleri yaparken bir şeyler dinleyerek vaktimi daha verimli hale getiriyorum. Podcastlar benim aylardır kurtarıcım aslında. Normal şartlarda erişemeyeceğim mekanlar yemek yaparken yanı başımda oluyor podcast sayesinde. Toplu taşımada da sürekli keşfettiğim podcastlar vardı, şimdi de devam ediyor. Sanırım pandemi öncesi hayatımda bugüne uydurabileceğim uğraşlarımın olması benim kurtarıcım oldu. Evimizin bakımsız arka bahçesi de çocuklara çadır kurduğumuz ve gün içinde bizi kurtaran bir alana dönüştü bugünlerde.

Pandemi sonrası süreçte ise ilk zamanlar doğanın kıymetini bilme ve kutsama, ama zaman içinde kapitalizmin döngüsünden yine de vazgeçememe şeklinde ilerleyecek diye düşünüyorum. İş alışkanlıklarının değişmesi ile alternatif iş mekânı anlayışı gelişebilir ve freelance çalışma olanakları artabilir. Bunun sosyal etkisi ise daha karmaşık olacaktır muhakkak. Etkileşimlerimizin azalması, öz disiplinimizi ne kadar koruyabildiğimiz ve bu iş kültürüne ne kadar yatkın olduğumuz ise bireysel yaşamları şekillendirecek ana konular olacak gibi görünüyor.

Link: https://www.istekadinlar.com/kadin-akademisi/serpil-acikalin-erkorkmaz-maskulen-psikolojik-siddete-karsi-h3205.html