20 Aralık 2013 Cuma

Eichmann Türkiye'de mi?

 Son dönemde giderek daha fazla gündemimize oturan bazı tartışmalar, devlet eliyle işlenen suçların icracılarının sorgulanması aşamasında evrensel bir bakışı ne ölçüde yakalayabildiğimiz sorusunu sormamızı zorunlu kılıyor. Dersim hakkında çekilen ‘Hay Way Zaman ’ isimli belgeselde 1938’de katliama dahil olan askerlerin ifadelerinden tutun da çok yeni bir haber olarak gündemimize gelen Şırnak’ta 18 aylık bir bebeğin devletin jandarması tarafından anne kucağında öldürülmesinin ardından vakanın yargıda “görev tanımı” kapsamında değerlendirilmesine, işlenen faili meçhul cinayetlere ve on yıllardır eskimeyen bir mesele olan ve devlet adamlarının da dahil olduğu Ermeni katliamına dek yenisiyle eskisiyle devletin işlediği pek çok cinayet var zihinlerimizde. Dersim katliamının faillerinden sadece birisi olan Haşim Özçelik’in “Ölenin sayısını mı bileceğim? Ne üzüntü duyam ölenlerden dolayı. Öldürmeye gidiyoruz, üzüntü mü duyacağız?” şeklindeki sözleri, görev bilincinin vicdanı nasıl da sıfırladığını ve insan eylemlerini sorgulamaksızın yönlendirerek başkalarının hayatına kastetmenin dahi nasıl da “sıradanlaştığını” gösteriyor. Doğrudur, Weber’in de belirttiği gibi devlet şiddet araçlarını kontrol etmede en yetkili merciidir. Ancak uygulanan şiddet devlete mal edilmekle birlikte devlet dediğimiz mekanizma da en nihayetinde bireylerden oluşuyor. Bu nedenle bireylerin konu insan öldürmeye geldiğinde ne derece devlet aklıyla hareket ettiği ve ne ölçülerde vicdani bir karar verme aşamasından geçtiği meselesi çok kritik. Bu noktada Hannah Arendt’in unutulmaz ve her daim önemini koruyan ‘Eichmann Kudüs’te kitabı, kötülüğün sıradanlaşmasına yaptığı vurgu nedeniyle yazılmasının üstünden yıllar geçmesine rağmen hâlâ ders alınması gereken bir eser.

Acılar eriyip gidiyor


Kitapta, Yahudi kökenli olan Eichmann isimli bir Nazi subayının Holokost olaylarına dahil olması nedeniyle yıllar sonra yakalanarak İsrail mahkemelerinde yargılanmasını anlatılıyor. Arendt, bir insanın devlet görevinde kazandığı bilinçle diğer insanların hayatına kastederken kendisini sorumsuz/suçsuz olduğuna ne derece inandırdığı hususunda kötülük kavramının aslında ne kadar sıradanlaşarak hayatımızda yer ettiğini bizlere gösteriyor. Gerçekte bu sıradanlaşma meselesi, Heidegger’in neden düşünmeyi başaramıyor olduğumuzu sorarken değindiği üzere, etrafımızdaki objelerin bizi artık cezbetmemesinden mütevellit yaygınlaşan sıradanlıkla düşünsellikten uzaklaşmamızda da kendini gösteriyor. Benzer bir şekilde Baudrillard’ın simulasyon kavramı da, kitle iletişim araçlarının da etkisiyle gerçek ve simulasyonun giriftleşmesi yoluyla etrafımızdaki acıların ve yoksunlukların akıp giden hayatımızda dakikalar içinde haber niteliği kazanarak sıradanlaşmasını ve hislerimizin giderek daha fazla geçicileşmesi bağlamında hayatımızın ne kadar sıradanlıklardan ibaret olduğunu bize hatırlatıyor.
Eichmann’ın soykırıma müdahil olmasını sembolik bir anlamla sanki tüm suçluları eşzamanlı olarak mahkum ediyormuş havasına büründüren İsrail ceza mahkemesinde mübaşirlerin seslenişlerinden yargıçların sözlerine dek, mahkeme salonunu tam bir tiyatro salonu gibi tertip edilerek duruşmalar bir şova dönüştürülmüştü. Bu davada ayrıca, İsrail mahkemeleri dış dünyanın umursamazlığının aksine kendi soydaşlarına karşı işlenen bir cezanın ancak kendi yargı sisteminde ceza göreceği izlenimini de vermeye çalışmıştı. Bu yönüyle Arendt’in sorguladığı nokta, söz konusu duruşmanın adaleti yerine getirmenin ötesinde bir anlama bürünerek bir anlamda kurbanların intikam alma aracına ve arzularının tatmini noktasına nasıl ulaştığıdır. Bu bakış açısından Arendt, gerçekleştirilen suçu bizatihi insan çeşitliliğine gasp olarak değerlendirdiğinden, meseleyi bir insanlık suçu zaviyesinden ele almayı uygun bulur. Çünkü artık şahsi bir fayda uğruna kıyılan canlardan ziyade uluslararası düzeni ve insanlığı tehlikeye sokan bir durum oluşmuştur.

 

Kasıt mı kabahat mi

Eichmann’ın bize verdiği derslerden belki de en önemlisi ve Arendt açısından da özellikle vurgulanan husus, günümüzde bu vakıaların ne kadar yaygınlaştığı ve normalleştiği. Bu normalleşmeyle birlikte suçluların yaptıklarının yanlış olduğunun bilincine varması imkânsızlaşır ve bu kişiler tıpkı Dersim askerlerinden birinin, “Ne üzüntü duyam ölenlerden dolayı. Öldürmeye gidiyoruz, üzüntü mü duyacağız?” sözlerinde şahit olduğumuz üzere suçlular verilen emri uyguladık mantığıyla sorumluluk duygusunu kabul etmeksizin normal hayatlarını yaşamaya devam ederler. Söz konusu durum, doğruyla yanlışı ayırt edebilme noktasında, olay vuku bulurken zaten başka türlü davranmanın imkânsız olduğu düşüncesine kapılmış olan failin sorumluluğunun, kasıttan mı yoksa kabahatten mi doğduğu meselesine bizi sürükler. Nitekim Arendt de, Eichmann’ın duyduğu sorumsuzluk ve bunun neticesinde ulaştığı kendini aklama düşüncesinin, soykırımda oynanan rolün tamamen rastlantısal bir şekilde kendisine verilmiş olmasına karşın potansiyel olarak aslında herkesin suçlu olabileceği tasavvuruyla geliştiğini ifade eder.
Geçmişten günümüze ülkemizde yaşananlar, öldürmeyi “görev tanımı” altında değerlendiren bireylerin ve onları yargılayanların Eichmann tarzı bir sorumsuzluk anlayışını benimseyerek icracıların, ölümü ve öldürmeyi nasıl sıradanlaştırdığını en bariz şekliyle örnekliyor.


Link: http://www.radikal.com.tr/yenisoz/eichmann-turkiyede-mi-1167238/