15 Aralık 2020 Salı

Bir Annenin Entelektüel Olma Sancıları

Bir Annenin Entelektüel Olma Sancıları

Annelik çok tartışılan bir kavram. Bir anne olarak pozisyonunuz, yeri geldiğinde olumlu ama hiç ummadığınız anda da olumsuz işleyebilir toplum içinde. Çocuğunuzun o gün sizi en duygulandıran bir davranışını öğle yemeğinde arkadaşlarınızla paylaşırsanız, ebeveynlik deneyimi olsun ya da olmasın, ilgisiz yüzlerle karşılaşabilirsiniz mesela ya da çevreci bir arkadaşınız iklim krizinin nedenlerini nüfus artışıyla bağlantılandırırsa  bir anda vicdan azabı duyabilirsiniz. 

Anne olmamak ise bu satırları okuyanların zaten malumu olduğunu düşündüğüm pek çok olumsuz tepki doğuruyor toplum nezdinde. 

Peki bir de hasbelkader anne olmuş bir kadının düşünsel bütünlüğünü koruması mümkün müdür bunu tartışalım. Okumak zaman ister, hele bir de yazma meraklısıysanız büyük bir konsantrasyon da gerekiyor. Kadın bir yazar ya da akademisyenseniz, gündelik hayatın takipçisi olmak ve zihinsel olarak dinç kalmanız da gerekiyor. Oysa annelikle birlikte aylar boyunca gündemden uzak olmak ve çevreye ilginin dağılması en sıradan gün akışı haline gelebilir; buna karşın anın tadını çıkarma ve çocukla yaşanan zamanın kıymetini bilme yönündeki tavsiyelerle kısa süreli beyinsel sakinleşmelerin de yaşanabileceği git-gel halleri başlar. 

Etrafta art arda yayınlanan makaleler ve kitaplar ise uzak kaldığınız entelektüel çevrelerden hepten koptuğunuz, hatta bir daha geri dönemeyeceğiniz hisleri yaşatır bazı zamanlar. Günlerin gecelere karıştığı ilk birkaç yılın ardından uyku bozuklukları biraz olsun hafifleyince, eğer hala azminiz varsa yazmaktan çok arayı kapatma ve yazanlar nasıl yazmışsa okuyayım bari hissi ağır basar.

Benim için iki çocuklu hayatta en kurtarıcı olan, sabah insanı olabilmemdi sanırım. Sabah beşte kalkarsam mutlu, olur da saat altıya sarkarsa üzgün oluyordum. Çünkü ancak saat beşlerde kalkarak ortalama 3-4 saat herkes uyurken bir gün öncesini geriden de olsa takip etmek, okudukça yazmak, yazdıkça güne mutlu başlamak ve böylece günün koşturmacasına en azından gönül rahatlığıyla başlamak mümkün oldu.  

Sonra podcastleri ve sesli kitapları keşfettim ve ilginç bir dönem başladı...

Yalnız kalma ihtiyacıyla, dinlediğim bir kitabın ardından gelen sıradakine de hemen başlamak için olmadık yemekler yapmaya, hatta hesapta olmayan temizlik işlerini de aradan çıkarmaya çalışırken buldum kendimi. Tıpkı pek çok kadının  kaçışını en meşru gösteren alan olarak mutfağı seçmesi benzeri bir durumdu bu. 

Tabii bir de öyle ya, pandemi dönemi de bize çok iyi göstermişti ki modern olarak adlandırdığımız dönemde dahi, şirket CEO’su ya da bir profesör de olsanız dışarıdan aldığınız bakım ve temizlik desteği sekteye uğradığında evdeki iş dağılımında yeni gönüllüler ortaya çıkmıyordu. 

Okumaktan dinlemeye geçerek artık şekil değiştiren entelektüel gelişim imkanı, artık ev işlerini araç dinlemeyi ise asıl amaç haline getirmişti ve hatta bunun bazen cinsiyetçi roller ve  sosyalleşmelerle örülü olan düzeni ruhen hafiflettiğini dahi sanmıştım.

Ta ki bir yandan kitap dinlemeye çalışırken içeriden gelen sesi duyana kadar: “Anne pırt yaptım” diyordu bu ses, tam da güzel sesli kitap okuyucusu “feraset” dediği anda. Sonra “feraset” ve “Anne pırt yaptım” sesleri birbirine girdi,  ferasetin önündeki ve arkasındaki kelimeler neydi onları da kaçırmıştım tabii bu arada. Feraset bir dünyada, pırt ise öteki dünyadaydı; benim dünyam ise arada kalmış dünyaydı iki kopuk kelime arasında.  

Kadınların geçirdiği bu zorlu dönem, ardında büyük bir duygusal birikim bırakıyor; hele de okuyup yazmayı seven ve akademik hayatın peşinden koşan bir kadınsanız kendine has koşullar da getiriyor.

Saatlerle sınırlı olmayan, üçüncü dünyanın okur yazarı olmanın zorluklarını her daim içeren, yeri geldiğinde gökyüzünü sınır olarak göstermekten çekinmeyen ve her yeni gelişmeyle uzmanlık alanınızı geliştirmemiz beklenen bir dünyaya, yine saat sınırlaması olmayan ve korumasız bir varlığın girmesiyle ortaya çıkan tüm bu git-gel halleri anksiyeteye hiç de iyi gelmiyor. Akademisyen olmak bir sosyal statü sağlarken, entelektüel doyumsuzluğun özellikle kadınlarda yaşattığı ikilem, aşılması gereken pek çok eşik gibi yeni bir eşik olarak karşımızda duruyor.    

Serpil Açıkalın

3 Aralık 2020 Perşembe

HAYATIN KIYISINDA: TÜRKİYE’DE ENGELLİ MÜLTECİ OLMAK




3 Aralık haftasında sıklıkla engelliler konusunda kaleme alınmış yazılara rastlıyoruz. Bu yazı da onlardan biri olarak değerlendirilebilir, ama bu defa mülteci olmakla iç içe geçen engellilik nedeniyle sorunlar yumağına dönen hayatlar söz konusu olan.

Yaklaşık bir yıldır engelli mültecilerin istihdamını ve girişime yönlendirilmesini hedefleyen uluslararası bir projede yer alıyorum. Uluslararası projeler denildiğinde havada uçuşan evraklar, beklenen onaylar, katmanlaşmış görev yığınları, ülkeler arası atanan officerlar, denetimler ve ardı ardına sonu gelmez toplantılar akla gelebilir ve gelmeli de. Bu yüzden arada kendimi yürüyen bir evrak dolabı gibi hissetmem de normal karşılanmalı. Ama bu projeler sayesinde şahit olduğum hayatların bendeki etkisi daha derin ve tarifi zor nitelikte.

Varsayalım ki savaşta aldığınız yara, geçirdiğiniz bir kaza ya da doğuştan kaynaklı nedenler dolayısıyla engellisiniz ve ülkenizdeki karmaşa ortamında (muhtemelen sizin dışınızdakilerin aldığı kararlarla) en mümkün görünen sınırları aşarak başka bir ülkede korunma altına alınıyorsunuz. Mültecilik ve engelliliğin yanına bir de kadın olmak ya da çocuk olmak gibi pek çok diğer kimliği koyduğumuzda, yaşanan özel kaygılar ve toplumsal işleyişin değişmesi gibi sebeplerle konu daha da çetrefilli bir hal alıyor.

Son bir yıl içindeki çalışmalarım, özellikle savaş mağduriyetleri sonucu ortaya çıkan engellilik hallerinin gündeme geldiği ve dayanılması güç dinleme seanslarını da içermekteydi. Sivil toplum çalışanlarının bu travmatik hikayelerle karşılaşmaları sonrası süpervizörlük alabilecekleri imkanların kısıtlılığı, ikincil travmalara ve akışında giden kendi hayatlarının dahi sarsılmasına neden olabiliyor. Duygularla örülü hikayeler içinden rasyonel çözümlere erişme zorunluluğunun getirdiği baskı ise göç, savaş, insan hakları ihlalleri ve benzeri alanlarda çalışan görevlilerin hayattan ve gelecekten ümidini kırabiliyor zaman zaman.

İşkence sonucu görme yetisini, dişlerini ya da uzvunu kaybedenler ve tecavüze uğradığı için yaşadığı travmayı günlük hayatında en derinden yaşayanlar, hayatının en parlak yıllarında vücuduna isabet eden bir bombanın etkisiyle yürüyemez hale gelenler, kendisi ve geride kalan ailesinin güvenliği nedeniyle yüzünü göstermekten imtina edenler ve daha niceleri. Engellilik hali ağırlaştıkça, savrulmuş yaşamların döngüsünde zorluklar da katlanarak artıyor. Tüm bu sarmal ise pek çok zaman başkalarına bağımlı kalmayı ve (eğer sığınacak bir evi hala varsa) bekleme ağırlıklı bir hayatı beraberinde getiriyor. Dil bilinmeden gelinen yeni ülkede, çevrenizde size kol kanat geren insanlar varsa bile üreten bir birey olarak öne çıkma sıralamasında hep geriden geliyorsunuz. İşte bu yüzden yüzbinlerce engelli mülteciden sadece onlarcasına ulaşabilmek dahi, sembolik bir kültürel değişimi beraberinde getirebilir umudunu da taşıyor bizler için.

Dinlediğimiz her hikâyede konu dönüp dolaşıp tedavi imkanlarına da geliyor. Başlangıçta her tanıştığımız vakaya kişisel imkanlarımızla yardım etme, çevremizden yardım toplayarak güçlendirme yolları arama alternatifleri gündeme geliyor; ancak zaman içinde vakaların sayısı arttıkça herkese erişemeyeceğimiz gerçeği de yüzümüze vuruluyor. Günden güne görme yetisini kaybeden bir engellinin gözlerimiz önünde bu süreci deneyimlemesinin psikolojik ağırlığını anlatmak ise hiç de kolay değil. Ya da 30 bin Dolar gibi bir masraf karşılığında %50 görme yetisine erişebileceğini söyleyen biri karşısında, yeterli maddi imkanlar sağlanmadığı için görmeden geçirdiği her bir günün kaybını nasıl telafi ederiz sorusunu hep geciktirmek zorundasınız ki gündelik hayat içinde gülmeye devam edebilesiniz ve geceleri rahatça uyuyabilesiniz.

Bir mülteci için en büyük sorunlardan birisi geldiği ülkenin bürokratik sistemini bilmemek. Sağlık sorunlarınızın yüksek seviyede olduğu bir engelliyseniz, sağlık sistemi de hem taşıdığı karmaşa hem de tedavi için gerekli maddi ağırlığı nedeniyle tam bir bilinmezlik haline dönüşüyor. Konuştuğum engelli mülteciler, genelde tedavilerinin Almanya, Amerika ve İngiltere gibi Batı ülkelerinde yapılabildiği yargısına sahip. Türkiye’deki imkanların yeterliliği konusunda sahip oldukları bilgi ve yönlendirme eksikliği, muhtemelen engellilik durumlarının gün geçtikçe daha da ağırlaşmasına neden oluyor.

Özetle, bir bireyin sağlık sorununun teşhis edilmesi ve tedavi yollarının bu kişiye açıklanması en temel haklar arasında ve bu haklar engelli bireyler ve sağlık sorunları yaşayan mülteciler için her şeyden daha önemli bir sırada yer alıyor. Bu konuda göstereceğimiz rehberlik, elinden tutma, sorunları aktararak sistemi değiştirme çabası çok kıymetli olsa da var olan engellerin kimi zaman gözümüzün önünde ilerlemesi maalesef ümitlerin yitirilmesine neden oluyor.

Serpil Açıkalın Erkorkmaz

https://m.bianet.org/bianet/yasam/235476-turkiye-de-engelli-multeci-olmak