26 Haziran 2010 Cumartesi

How Will Turkey’s New Position Affect Its Relations with the US, Syria and Israel?

After the increased tensions and many problems we have had with Israel following the 2009 Gaza attacks, we find ourselves today at the nadir of the relationship between Israel and Turkey. Although Turkey has criticized Israel’s regional policies from time to time since the mid-1960s, it has never been this strong rhetorically. This was also the first time that Turks were killed by the Israelis.

In fact, the last Marmara flotilla event also presented an opportunity for Turkey to test her ability to persuade the international community. Yet, since the Marmara flotilla events, the failure to even establish an impartial commission and the increased tensions with the US and Israel have been narrowing Turkey’s room to manoeuvre.

From Turkey’s perspective, it has been thought that its long-standing good relations with Iran and Syria have contributed to the region’s stability, and as a consequence this situation has ensured Turkey’s domestic security and economic improvement. Since the 2000s Turkey has not been opposed to Syria. The US and the international community didn’t like Turkey’s position towards Syria for a long time. Yet, in the last decade the US and the international community have began to soften their language towards Syria. Today, Turkey thinks that Iran’s position is also not very different from Syria’s past position. Turkey thinks that it helped to change the international community’s perception towards Syria. Thus, Turkey thought that Syria might be seen as an example, and that Turkey might play an important role to similarly engage and transform Iran. Yet, the point is that Iran and Syria have different characteristics in the eyes of Western countries and other countries in the region, and Turkey could not understand this at first...............http://www.turkishweekly.net/op-ed/2709/how-will-turkey%E2%80%99s-new-position-affect-its-relations-with-the-us-syria-and-israel.html

Türkiye İsrail’e Yumuşak Gücü Öğretiyor


Gece ve sabah arasında anlaşmazlık nedeniyle savaş olur. Garip askerleriyle üstümüze hücum ederler.
(Namık Kemal)

Genelde pek çoğumuz için ‘gemi’ farklı anlamlar taşır. Karadan farklı olarak tıpkı bir çölde duyulan his gibi sonsuzluğu temsil eden denizde açılan ‘gemi’dekiler, aynı göğün altında birliktelik hissinin daha fazla farkındadırlar. Bu hissin yarattığı duygu, kader birliği ve gelecek muhtemel bir kasırga durumunda ölümün de toplu geleceği düşüncesini de beraberinde getirir. Mavilikler içinde yol alan kalabalık için ilerleme bir anlamda yeni ve beklenen bir dünyaya gidiş ve aynı zamanda da kaçıştır. Üç semavi dinde var olan Nuh’un Gemisi anlatısında dünyanın dört bir yanından gelen insanların kader birliği etmesi, 1492 yılında İspanya’dan Osmanlı Devleti’ne 150 bin Yahudi’nin gemilerle gelmesi, 1890 yılında yaklaşık 600 kişilik Ertuğrul Fırkateyni isimli geminin yardım amaçlı olarak Osmanlı tarafından Japonya’ya gönderilmesi ve daha niceleri de tarihe bakıldığında ilk aklımıza gelen ‘gemi’lerdir. En son yaşadığımız örnek ise Mavi Marmara Gemisi oldu.

Mavi Marmara’daki Türk kalabalık belki de hayatlarında ilk defa bu derece beynelmilel bir kalabalıkla bir araya gelmişti. İsrail’in gemideki özellikle Türkleri daha ilk günden Hamas ve El-Kaide örgütleriyle bağlantılandırması ile birlikte, zihinlerde bu aktivistlere destek vermek ve vermemek arasında gidip gelmeler de başladı. Ancak geçmişten itibaren İsrail’in argümanlarına aşina olan ve Gazze’de yaşanan dramın da Hamas’tan ibaret olmadığını bilenler açısından çıkış çok da zor olmadı.

Yolunu kaybedip düştüğü İstanbul’un Fatih semtinden çıkmaya çalışırken farkında olmadan İHH gibi dini motivasyona sahip olan bir organizasyonun üyesi ile göz göze geldiğinde bakışlarını kaçırırken, kendini bir anda onun meşru müdafaa hakkını savunurken bulan birisi için olayların karmaşıklığı gün geçtikçe daha da arttı. Aslında aynı şey IHH’lılar içinde olmadı değil. ‘Gemi’ olayı sonrası artık bu 600 kişi ve yakınları televizyonlarının ekranlarında dinledikleri bir Yunanistan haberi karşısında akıllarına 19. yüzyılda Osmanlı’ya isyan eden değil gemide birlikte ölmeyi göze alan ve yakalandıklarında da kendilerini terk etmeyen kişilerin oluşturduğu bir halkı hatırlayacak.

31 Mayıs’ta gecenin güne döndüğü anlarda başlayan Mavi Marmara saldırılarının ardından, ‘acaba bu yolculuğa çıkanlar başlangıçta bu yaşananların ve sonuçlarının bu derece yankı getireceğini düşünmüşler miydi?’ sorusu akıllara geliyor.

Genç, yaşlı, bebek, engelli, papaz, imam ve daha nicesinin bir araya gelerek oluşturduğu ‘gemi’dekiler, kendilerine yapılan uyarıları dinledikleri halde ölüme gitmeyi zaten baştan kabul etmişlerdi. ‘Gemi’ öncesi ve sonrası diye tarihe geçecek bu olay, bir kırılma yaşanıp yaşanmadığından kimin suçlu olduğuna ve bundan sonrasına dair pek çok soruyu da tartışmaya açtı.

Yaşananlar bir kırılma mı?

Bu sorunun tam bir cevabını vermek bugün itibarıyla mümkün değil; aslında soruya hem evet hem de hayır diyenler olabilir. Bugün verilecek her cevap her halükarda subjektif olmak zorunda ve ancak yıllar sonrasında doğruya yakın bir cevabın kabulü mümkün görünüyor.
Kırılma yoktur diyenler açısından, İsrail’in, Hizbullah tarafından kaçırılan iki askerine karşılık 2006 yılında Lübnan’da ve Hamas faliyetleri dolayısıyla 2008 yılında Gazze’de yaklaşık 1500 kişiyi öldürülmesi sonrası dahi zarar görmemiş olması nedeniyle, 9 Türk vatandaşının ölmesi ile de bir kırılma yaşanmayacak.
Kırılma vardır diyenler açısından ise, konunun özü, Lübnan’da Hizbullah ve Gazze’de Hamas varlığı nedeniyle bu saldırıları düzenlerken kendince meşruiyet zemini daha güçlü olan İsrail’in, açık denizde seyrüsefer yapan ve Arap olmayan bir millete karşı düşmüş olduğu bu pozisyonun öncekilerden farklı olmasına dayanıyor. Olaylar sonrası uluslararası toplumda alınacak kararlar da kırılma argümanını savunanlar açısından özel bir öneme sahip.

Uluslararası Toplum

Türk iç siyasetinde askeri önlemler de dahil daha sert önlemler alınması gerektiğini savunanlar açısından dahi Türk hükümetinin saldırı sonrası en fazla takdir gördüğü husus, olayları uluslararası topluma taşımadaki hızı oldu. Bu noktada Türkiye ve Gazze’de bir değişim arzulayanlar açısından birkaç nokta önemli. Bunlardan birincisi uluslararası toplum tarafından İsrail’in kınanması ve ikincisi Gazze’de 2007 yılında gerçekleşen Hamas darbesi sonrası derecesi artırılan ablukanın en nihayetinde kaldırılması.

Nitekim denilebilir ki bu olaylardaki en önemli sonuçlardan ilki Gazze’nin dünyanın gündemine tekrar gelmesi ve ikincisi Türkiye’ye uluslararası toplumu ikna edebilirliğini test edebilme fırsatını vermesidir.

Olayların olduğu gün 12 saat içinde Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’ni toplaması bir başarı olarak kabul edilirken, İsrail’in uyarılmasında asıl gücü temsil eden ABD’den beklenen desteğin alınamaması Türkiye açısından bir hayal kırıklığı niteliğinde oldu. Toplantılar sonrasında BM’den çıkan başkanlık bildirisinde(presidential statement) olaylar dolayısıyla İsrail kınanırken olayların araştırılması istendi. Türkiye açısından tarafsız yerine bağımsız bir araştırma komitesi vurgusu önemli iken, BM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı her iki kelimenin de aynı anlamda kullanıldığını açıkladı. Şu anda tartışılan nokta ise İsrail’in de savunduğu ancak haklı olarak Türkiye’nin yoğun bir tepki gösterdiği komisyonun ilk planda İsraillilerden oluşması düşüncesi. Ancak Refik Hariri ve Benazir Butto suikastları sonrası kurulan BM araştırma komisyonları hatırlandığında, bu karar da hiç yoktan iyidir ancak yeterli değil dedirtiyor.

İKÖ ve Arap Birliği gibi kurumların da toplantılar yaparak Türkiye’ye destek vermesi bazı kesimler için yararsız görülmekle birlikte, Türkiye açısından sabırla ve kararlılıkla uluslararası toplumun konuya ilgisinin sıcak tutulması esas olduğundan, bu kurumların kınamanın ötesine geçerek tıpkı son BM İnsan Hakları Konseyi toplantısında olduğu gibi ısrarcı olmalarının yararı da inkâr edilemez.

ABD ve AB

ABD, olaylardan 9 saat sonra yaptığı açıklamada üzgün olduğunu söylemekle yetindi ve zaten üzgün olmanın daha ötesinde bir tepkinin gelmesi de bir sürpriz olurdu. Bölgede İsrail ve Türkiye müttefikliği arasında sıkışan ve zülfiyare dokunmama çabasında olan ABD Başkanı Obama’nın gündeminde, Filistin meselesi öncesi farklı konuların olduğu muhakkak. ABD tarafından eksik algılanan nokta ise, yıllar önce AB’nin fark ettiği ve değişik tarihlerde yayınladığı güvelik belgelerinde de belirttiği gibi, Filistin sorununun Ortadoğu’da diğer sorunların da büyük ölçüde kaynağı olduğudur. ABD’nin çekimser tavrına karşın BM’de en azından İsrail’e karşı veto kullanmamış olması ise yine de önemli bir gelişme.

ABD karşısında genelde ‘küçük aktör’ rolünde olan ve birlik içinde ayrılıktan bir türlü kurtulamayan AB tarafında ise, yine ülkesel düzeyde yüksek düzeyli tepkisizlikler yaşanmıştır. Buna rağmen, Ortadoğu konusunda göreve geldiği dönemden itibaren hassas olduğu anlaşılan AB Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton‘un AB’nin geçmişte hatalar yaptığını itiraf etmiş olması Türkiye’nin Filistin adına bir değişim istiyorsa bu konuda en önemli partnerlerinden birinin de önümüzdeki dönemde AB olması gerektiğini göstermektedir.

Arap Ülkeleri ve Türkiye

Daha önce de bölgede yaşanan infialler karşısında verilen tepkilere benzer bir şekilde Arap halkları yine meydanlara döküldü. Türkiye’nin son dönemde bölgedeki etkinliği karşısında Başbakan Erdoğan’a yapılan liderlik yakıştırmasıyla Araplar arasında Türkiye’ye karşı yıllar önce görülemeyecek bir teveccüh var. II. Dünya Savaşı sonrası gergin ilişkilerine baktığımızda, bu yıllar boyunca Batı müttefikliği nedeniyle Araplar tarafından ağır bir şekilde eleştirilmiş ve hatta Bağdat Paktı’nda Irak dışındaki tüm Arap ülkeleri tarafından yalnız bırakılan bir Türkiye için, bugün gelinen nokta bölge ile ilişkilerde gelinen seviyenin en üst düzeye ulaştığını gösteriyor.

İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olması ve seküler yapısı nedeniyle sıradan Arap intibasında olumsuz tanımlanan Türkler, Mavi Marmara gemisi sonrası bir süredir yaşanan imaj yenileme sürecinde önemli bir aşamaya geldi. Ekonomik sorunların pençesinde olan ve tabiri yerindeyse liderini arayan bu halklar için Türkiye’nin konumu bir anlamda uzun süredir yaşadıkları durgunluğun aşılmasını da temsil etmekte.

Ancak her şeye rağmen ‘İsrail’in saldırıları bölgedeki siyasi dengelerin sağlanmasında bir değişim getirir mi?’ sorusunun cevabının evet olması ihtimali düşük. Halklar ve hükümetleri arasındaki uçurum, özellikle seçimlerin özgür ve adil ortamlarda yapılmaması ve Amerika ile var olan müttefiklik ilişkileri nedeniyle ortaya çıkıyor. Bu durumda her işgal, hem bölgedeki İslami akımların argümanını güçlendirirken, hem de rejimlerin müttefiklerine göz kırparak alternatifini/alternatifsizliğini ve aynı zamanda kendi vazgeçilmezliğini göstermesi nedeniyle eş zamanlı bir paradoks da yaratıyor.

Arap dünyasının bu sarmalı ümit kırıcı olsa da, günün sonunda gördüğümüz Mısır’ın Refah kapısını açtığı ve Netenyahu’nun Gazze Limanı’nı uluslararası kontrol dahilinde açmaya yanaşması. Bu durum belki de yaşananların ardından en somut gelişmeler olması nedeniyle ölümlerin anlamlılığını da gösteriyor. Zaten yola çıkma amacının ablukanın kırılmasının başarılması olduğu hatırlandığında, sivil inisiyatifin amacının gerçekleşmeye ne kadar yaklaştığı görülüyor.

Abluka Kırılırsa Ne Olur?

Ablukanın kırılmasının anlamı hem Gazze’nin hem de bölgenin normalleşmesi demek. Aslında Batı Şeria’nın da kontrol noktaları nedeniyle çok rahat koşullara sahip olmadığı da bir gerçek. Dükkanınızın olduğu bir diğer sokağa gitmek için evinizden çıktığınızda geçtiğiniz kontrol noktaları, gözetilen hapishane mantığıyla bu bölgenin de yaşadığı zorluğu gösteriyor. Aslında Batı Şeria’da da abluka zaten içeride her an var. Gazze’de ise ablukanın kalkması hali hazırda Hamas’ın kontrol ettiği tünel ticaretinin azalması ile normal ticari ve ekonomik ilişkilerin gelişmesi ve böylece Gazze halkının normalleşmesi anlamına geliyor. Bölge düzeyinde ise Filistin sorununda elde edilecek bir gelişme, Gazze’de dahil tüm bölgenin giderek pragmatikleşmesini ve İslami akımların da Filistin argümanını artık daha az dile getirmesini sağlayacaktır. İsrail’in yarattığı direniş düşüncesinin normalleşme ile zayıflaması ise ideolojilerin kırılması ve bölge halkının asıl sorunu olan yaşam şartları ve ülkesel sorunlarını daha fazla gündeme taşınması sonucunu verecektir.

İsrail’in amacı Hamas’ın abluka nedeniyle ülke içinde zayıflaması iken kaçırılan nokta halkın bu sayede İsrail’e olan nefretiyle birlikte ablukanın sürekliliğine inanmış hale gelmesi. Ayrıca İsrail’in tasavvur ettiği gibi Hamas’ın sadece maddi ve tehditkar bir güç nedeniyle değil toplumun kendisine olan inancı nedeniyle de bölgede var olması, ablukanın devamının İsrail’e paye kazandırmayacağı; tam tersine İsrail!e karşı nefreti giderek artırdığı. Bu noktada ablukanın sadece kaldırılması da yeterli değil, İsrail’in yanı başındaki halk ile birlikte yaşamak zorunda olması onun Hamas ile gizli olarak masaya oturmasını ve böylece söylemi yumuşatmayı başarmasını da gerektiriyor. Bu konuda bir zamanlar Türkiye’nin gösterdiği çaba ihmal edildi; aynı şekilde Arap Barış Planını uygulamayı Hamas’ın da kabul etmesine ve Araplar tarafından bu Plan üzerinde konsensüs sağlanmasına rağmen İsrail bu fırsatı da kaçırdı. Ayrıca USAK bünyesinde hazırlanan Hamas Kronolojisi detaylı bir şekilde incelendiğinde de görülecektir ki 2006 Ocak seçimleri öncesi İsrail Savunma Bakanı ve Devlet Başkanı Hamas'ın seçilmesi durumunda belli koşullarda tanınacağı mesajı verdiler. Benzer bir şekilde Hamas'ın üst düzey yetkilileri de İsrail ile konuşmanın bir tabu olmadığını söyledi ve hatta 2007 Ocak ayında siyasi büro şefi Halid Meşal İsrail'in varlığının bir gerçeklik olduğunu söyledi. Buna karşılık Olmert, ''Bu bizim şu ana kadar var olmadığımız manasına mı geliyor?'' dedi ve Meşal'in söylediklerini okumak ve takip etmek zorunda olmadığını ifade etti. Bu dönemde uzlaşı gözetmeyen ve art arda karşılıklı yapılan saldırılarla birleşen söylemler sonrası alınan tutum ve Hamas'ın başarısının ardından yaşanan şok, uluslararası baskıyı da beraberinde getirdi. Nitekim o dönemde Likud lideri olan Netanyahu ulsulararası toplumun Gazze'ye yardımını kesmesi çağrısında bulunmuştu ve ilerleyen günlerde yardımlar kesildi. Oysa ki İsrail katı güvenlik politikaları söyleminden kurtulmak yoluna gitmiş olsaydı bugün gelinen noktadan çok farklı bir yerde olunabilirdi. Türkiye’nin Arap dünyasını dönüştürmesi deneyimi ve komşuluk politikasının da İsrail tarafından örnek alınması şu anda görünen tek çözüm.

İsrail’in argümanı olan Gazze limanlarının İran başta olmak üzere silah ticaretinin merkezi olacağı konusu ise sorunun çözümüne katkıda bulunacak bir açıklama değil. İsrail’in söylemi son dönemde İran’a karşı duyulan şüphenin bir anlamda Gazze olaylarının savunusunda araç haline getirilmesinden daha öte bir anlam taşımıyor. Ancak var olan İsrail hükümetinin en son yaptığı açıklamalarla Gazze limanını uluslararası kontrol dahilinde açma kararı, bu hükümet açısından verilebilecek en büyük taviz. Eğer bu uygulama başlatılırsa kör topal bir iyileşmenin de başlangıcı yaşanacak.

İHH’ın Kişiliği Sorunu

İHH’nın kişiliği konusu İsrail açısından geminin yola çıkması öncesinden itibaren kullanılan en büyük argüman oldu. Buna göre ister istemez ilk akla gelen soru, ‘peki İHH olmasaydı da farklı bir Türk grup olsaydı yine ölümler olur muydu?’ şeklinde oluyor. İHH yılardır özellikle 3. dünya ülkelerine yardım götüren ve buralarda sağlık taramaları yapan ulus aşırı ve yasal bir kuruluş. Dini motivasyonla hareket eden bir kuruluş için ise yapılabilecek tek suçlama, sadece başka dinlerden olan kişilere karşı ayrımcılık gözetmesi ve dindaşlarına öncelik vermesi olur. Ancak Mavi Marmara’dan gelenler arasında “aynı şartlar altında Yahudiler olsaydı yine giderdik” sözleri dahi olayların Anti-Semitik bir zemine oturmadığını gösteriyor.

Ve Nihayet Türkiye-İsrail Meselesi

Türkiye-İsrail ilişkilerinin son yılların en büyük darbesini aldığı kesin. 2008 yılında Türkiye ziyaretinde Suriye ile yapılacak olan barışı konuşan Ehud Olmert’in dört gün sonra başlattığı Gazze operasyonu, Davos ve koltuk krizleri ile karşılıklı yapılan suçlamalar her iki ülke açısından da çok yıpratıcı oldu. İsrail medyası Türk hükümetinin İslami yönüne vurgu yaparak Hamas, Ahmedinejad ve Hizbullah üçlüsüne Türkiye’nin de artık dahil olduğunu Batı’ya göstermeye çalıştı. Ayrıca son dönem Türkiye’nin İran ile takas antlaşması yapması da bir sonraki hedefin İran olması için ABD’yi ikna etme çabasında olan İsrail’in elindeki kozu kaybetmesi anlamındaydı.

Tabi sadece hükümet değil aynı zamanda Türk halkının Anti-Semitik olduğu yönündeki haber ve yorumlar da İsrail tarafından neredeyse her gün Türkiye’yi suçlamak için uzun süredir kullanılıyor. Ancak tek bir ayrımın hep unutulduğunu gördük: Türk halkının son dönemde artan tepkisi Anti-Semitik değil Anti-Siyonist oldu, ne var ki bu esnada Türkler Anti-Türk propaganda yaptıkları savunusu ile İsraillilere karşı bir suçlamada da bulunmadılar.

Yahudilerin anlamadığı nokta, kimlikleri nedeniyle değil komşularına ve özellikle Filistinlilere karşı uyguladıkları siyaset nedeniyle Türkler tarafından kınandıkları oldu. Ve bu kınama İsrail halkına değil İsrail hükümetlerine karşı yapıldı. Bugün dahi İsrail ve Türk hükümetinin açıklamalarına bakıldığında İsrail’in öldüreni onurlandırmasına karşılık Türkiye’nin öldürmeme söylemi dikkat çekici düzeyde olduğu görülür.

Görünen o ki iki ülke ilişkileri İsrail tarafında yeni bir hükümet gelmediği takdirde eskisi gibi olmayacak. İsrail vatandaşları ise içeride yapılan yoğun propagandadan ancak dışarı çıktıklarında ve kendilerine ‘siz katil bir hükümetin vatandaşlarısınız’ suçlaması defalarca söylenmediğinde kurtulamayacaklar. Sıradan bir İsrailli açısından bu utançtan kurtulmak ancak barışçıl bir hükümeti desteklemek ve kendilerini tüm dünyaya olumsuz takdim eden Netanyahu’dan bir an önce kurtulmak yoluyla olacaktır.

Ve son olarak, Rachel Corrie gemisini ölüsüz bir şekilde limana ulaştırmayı İsrail gazetelerinin manşetlerinde gururla vermeleri de göstermiştir ki, Türkiye bölgede barışa katıda bulunmaya çabalarken aynı zamanda İsrail’e yumuşak gücü de öğretmeye başlamıştır. Hizbullah’ın 2006 savaşı sonrası Sinagog tamir ederek ve Hristiyan partileri kendi bünyesine katarak gösterdiği gibi bölgedeki devlet dışı İslami akımlar dahi kapsayıcılık çabasında iken, İsrail’in de Soğuk Savaş sonrası dönemde artık tek gücün silah olmadığını görmesi gerekmektedir.


Serpil Açıkalın USAK Ortadoğu ve Afrika Çalışmaları

6 Haziran 2010, Pazar

İsrail Barışa Geçit Vermiyor: Gazze Yardım Konvoyuna Saldırı

Gazze limanına doğru yola çıkan ve haber ajanslarının verdiği bilgilere göre yoğunluklu olarak Türklerin oluşturduğu 50 ülkeden(bazı kaynaklarda 32) yaklaşık 1000 kişiyi barındıran yardım gemilerinin oluşturduğu konvoya bugün sabahın ilk ışıklarında İsrail kuvvetlerince saldırıldı.

Saat 4.30 sıralarında başlayan İsrail askeri saldırılarının aslında sembolik bir öneme sahip olduğunu görmekteyiz. Yani Ocak ayında Mısır’dan büyük zorluklarla giriş yapan konvoyun ardından, denizden ulaşım ülkeye sadece insani yardım götürme amacından daha büyük bir anlam taşımaktaydı; eğer bu gemi Gazze’ye ulaşmış olsaydı bu çok önemli bir adım olacaktı. Bu iznin ardından ilerleyen günlerde dünyanın farklı bölgelerinden yola çıkacak olan diğer gemilerin de de aynı şekilde ablukayı kırma girişimleri başlayacaktı.

Artık gördüğümüz, güvenlik konusunun ülkeler açısından bir algılama meselesine dönüştüğü. Bu durum, 11 Eylül saldırıları sonrası dönemde ABD’nin önleyici saldırılar şeklinde başlattığı söylemler başta olmak üzere, İran’daki nükleer kriz iddialarında da açıkça görüldü. Günlerdir Türk yetkililerin yaptıkları açıklamalar yardım konvoyunun sivil boyutlu bir hareket olduğu yönündeydi. Ancak İsrail,uyguladığı ablukalar yoluyla Hamas’ın elini zayıflatabileceğinden ve bir gün Gazze halkının Hamas’a destek vermekten bıkarak pragmatik davranışlar göstereceğinden umutlu olduğundan, yardımların bir başlangıç niteliğinde olduğunu ve İsrail’in umut bağladığı bu olasılığı sekteye uğratacağını düşünüyordu. Bunun baskısını üstünde hisseden İsrail için, 2006 yılında Lübnan savaşında ve 2008’in sonunda Gazze’de yaptığı saldırıların ardından olayların unutulması ve hatta 2006 sonrası her ne kadar Hizbullah’a verilen destek artmış olsa da aynı zamanda silahsızlanma baskınının da artması ve 2009 sonrası dönemde Hamas’ın İsrail’e düzenlediği saldırıların azalması sığınılacak en büyük argüman.

İsrail kendisini temize çıkartabilecek her yola başvuruyor. Yardım konvoyundakilerin yakınlarının söyledikleri, eşlerinin ve çocuklarının değil bıçak, tırnak makası dahi almadıkları şeklinde. İsrail’in savunması ise ‘biz onlara söylemiştik’ şeklinde. Bu açıklama uluslararası sularda ilerleyen bir gemiye saldırma durumunda hiçbir anlam ifade etmiyor. Bu ancak korsanlık sınıfına girebilecek bir sınıflandırma. İsrail basını olaylar öncesinde sürekli olarak Türk ekibinin Hamas ile bağlantılı olduğunu iddia etmekteydi. Bugün de aynı iddialar geçerli ve buna ek olarak bu sabah çok erken saatlerde Der Spiegel’in de İsrail yanlısı bir tutumla gemilerde Türk askerinin olduğu şeklinde haberler verdiğini gördük. Bu haberler biraz önce de belirttiğimiz gibi minareyi alan kılıfını da hazırlar açıklamasına uygun açıklamalar. Bu açıklamalar İsrail tarafından tekrarlanacak, bu konuda makalelerde yazılacak, röportajlar verilecek.

Akıllara gelen ilk soru ‘peki bundan sonra neler olacak?’ şeklinde. Türkiye’nin yapması gereken İsrail’in suçlamalarının doğru olmadığının vurgulanması olmalı. Ayrıca bundan sonra sorunun İsrail ve Filistin boyutundan dahi çıkarak artık Türkiye ve İsrail sorununa dönüştüğü görülüyor. Türkiye’deki protestolar haklıdır ve yapılmalıdır. Ancak burada en önemli husus ideolojik ve inanca dayanan değil, Gazze’nin insani krizini vurgulayan bütünsel hareketlerin benimsenmesidir. Tıpkı önceki saldırılarda olduğu gibi, İsrail yine Türk halkını anti-semitik olmakla suçlayacaktır.

Türkiye BM Güvenlik Kurulu'na konuyu taşıyacaktır; ancak ABD’nin desteği alınmadığı takdirde İsrail tıpkı bundan önce yaşandığı gibi yine saldırılarına devam edecek ve yine haklılık iddialarında bulunacaktır. Yapılacaklardan birisi de sabah saat 5’ten itibaren gemiden yapılan yayınların sık sık gösterilmesi ve uluslararası ajanslara ulaştırılmasıdır. Bu görüntüler Türkiye’nin elindeki en önemli verilerden birisidir. İsrail'in sabahın ilk ışıklarında yayın yasağı koyduğuna ve gemilere yapılan baskılarda öncelikle içerideki çekimlerin engellendiğine şahit olduk. Bunun anlamı saldıranların gösterilmemesi ve İsrail'in bugün ortaya koyduğu 'bize saldırıldı' argümanını güçlendirmek amaçlıdır.

Ortadoğu’da savaş söylentileri aylardır sürüyordu. İsrail yerleşimler girişimi sonrası ortaya koyduğu barış görüşmeleri söylemlerinin arkasında durmadığını bu saldırılarla bir defa daha göstermiş oldu. Yaşadığımız deneyimler ışığında artık öğrendik ki, İsrail ne zaman barış dese biliyoruz ki saldırılar ve savaşlar yaklaşıyor.

Ortadoğu’da Savaş Senaryoları ve Yenilenen ABD Yaptırımları

2008’in son günlerine benzer bir döneme giriyoruz…

O dönemde Ehud Olmert Suriye ile barışın mesajlarını veriyordu ve savaş öncesi son uğrak yeri Türkiye idi…

Şimdi ise Benjamin Netanyahu tarafından Filistinlilerle yapılacak barışın mesajları Mısır’da veriliyor.

Bu yıl tekrar başlayan dolaylı barış görüşmeleri, Doğu Kudüs’te yeni yerleşim yerlerinin inşası planlarının ortaya çıkmasıyla Mart ayında gündemden düşmüştü. Buna karşın inşa planlarını şimdilik askıya alan İsrail’in, çok kısa bir zaman dilimi içinde yeniden barıştan bahsetmesi bölge açısından ilginç bir gelişme.

Geçmişten ders alan pek çok kişi ise başlayan barış ziyaretlerini yorumlarken bölgede savaşın artık yaklaştığı tahminlerinde bulunuyor.

Scud Füzeleri İddiaları

Suriye, Nisan ayının ortalarından itibaren İsrail ve ABD tarafından Hizbullah’a Scud Füzeleri ve M600 roketleri sağlamakla suçlanıyor. Bu suçlamalar hem Lübnan hem de Suriye tarafından reddedilirken, Hizbullah bu konuda sessiz kalmayı tercih ediyor.

Lübnanlı yetkililer, ortalama 30 metre boyunda olan ve fırlatılması yaklaşık 40 dakikayı bulan bu füzelerin Katyuşalarla karşılaştırıldığında nakil ve kullanım zorluğu dolayısıyla tercih edilmediğini ve bu nedenle de iddiaların doğru olmadığını ifade ediyorlar. Buna karşın Scud füzelerinden daha kısa menzilli olmakla birlikte 250 km’lik menzillere sahip olan M600’ler çabuk fırlatılabilmeleri nedeniyle İsrail tarafından büyük bir tehdit olarak görülüyor.

Barışın konuşulmaya başlandığı bir dönemde eş zamanlı olarak bu iddiaların gündeme gelmesi Filistin konusunda barışın tesisi amaçlanıyorsa niçin Suriye’yi dışta bırakacak adımlar atılıyor sorusunu da akıllara getiriyor. Nitekim geçtiğimiz Cumartesi yapılan Arap Birliği toplantısında da konunun doğrudan muhatapları olan Suriye ve Lübnan’ın 2002 yılından beri uygulanmayı bekleyen Arap Barış Planı’nı reddetmesi de son dönemdeki gerginliğin nedenlerinden biri olarak sayılabilir.

Savaş Beklentileri

Nisan ayında İsrail tarafından Scud füzeleri nedeniyle dolaylı ve doğrudan yapılan tehditler, bölgede bir savaşın patlak verme ihtimalini gündeme getirdi. Bölgede hem İran’ın nükleer silaha sahip olması tartışmaları hem de İsrail-Filistin barışı konusunda bir türlü ilerlemenin sağlanamıyor oluşu da bölgesel stres birikmesine neden olan en büyük etkenler olarak karşımıza çıkıyor.

Hizbullah’ın Lübnan’daki faaliyetleri için İran ve Suriye’den yardım gördüğü su götürmez bir gerçek olmakla birlikte, son yapılan suçlamalar ışığında Suriye ve Lübnan, toplu imha silahlarına sahip olduğu bahanesiyle 2003 yılında Irak’a gerçekleştirilen saldırılar benzeri bir durumun kendilerine karşı da söz konusu olduğunu ve Scud Füzeleri suçlamalarıyla bir savaş bahanesi arandığını iddia ediyorlar. Ancak tahminler, savaş İran’da mı olur yoksa Suriye ya da Lübnan’da mı noktasında farklılık gösteriyor.

Ayrıca diğer bir tahmin de Scud füzeleri bahane edilerek Suriye ve Lübnan sınırına BM güçlerinin konuşlandırılmak istendiği şeklinde.

Alternatiflerden bir diğeri de, 2006 ve 2009 saldırılarının yeterince yıldırıcı olduğu iddiasında olan İsrail'in, savrulan tehditler sayesinde Suriye ve Lübnan’da uyandırdığı korku ile yetinilebileceği tahminine dayanıyor. Bu durumda İsrail, savaş yerine korku vermiş ve yeni bir savaş ihtimalinin yıkıcı etkisinden kurtulmuş olacak. Böylece geçtiğimiz aylarda Beşşar Esed, Mahmud Ahmedinejad ve Hasan Nasrallah aynı fotoğraf karesinde görülmekten gurur duyarken artık daha temkinli olma gereği duyacaklar.

Suriye ve Lübnan'daki Durum

Ocak ayında Lübnan’da bulunanlar bilirler. O dönemde ülkenin gündemindeki konu İsrail uçaklarının gün içinde pek çok defalar hava sahasını ihlal ederek Beyrut semalarında dolaşmasıydı. Doğal olarak bunu bir tehdit olarak algılayan Lübnan hükümeti, ihlallerle ilgili yayınladığı mesajlarla İsrail’i uyarmaya çalışıyordu. Savaşın yazın çıkma ihtimali de bu dönemde en sık konuşulan konulardan birisiydi. Ayrıca ülkenin bir süredir istikrarlı bir duruma eriştiği, ancak her istikrar ve toparlanmanın ardından Lübnan’da bir karışıklığın çıktığına dair bilinç de halkının endişelerini yansıtıyordu. Hizbullah muhalifleri ‘İsrail’le savaşmak istemiyoruz, bıktık savaştan’ mesajları verirken, 8 Martçılar direnişe ve İsrail tehdidine vurgu yapıyordu ve bu vurgu hala da devam ediyor...

Hizbullah ile ilgili Lübnan hükümetinin en fazla uyarı aldığı hususlardan en önemlisi, 2004 yılında uygulamaya giren ve özellikle Hizbullah’ı hedefleyen ülkedeki tüm militan grupların dağıtılması ve silahsızlanmasını öngören 1559 sayılı BM kararın uygulanması konusu. Ancak hükümet, muhalefeti temsil etmesine rağmen Hizbullah’ın yasal bir siyasi grup olduğunu söyleyerek bu konuda herhangi bir dış müdahaleye uğramak istemiyor. Ayrıca 8 Martçılar İttifakına yeni katılımlarla birlikte Hizbullah’ın, 2008 sokak çatışmalarına rağmen, Lübnan siyasetinde giderek daha fazla güçlenme eğiliminde olmasının Lübnan’ı 'normalleştirmek' isteyenler açısından kaygı verici olduğu da bilinen bir gerçek. Bunun yanında, BM Güvenlik Konseyi’nde Lübnan’ın İran’a uygulanmak istenen yaptırımları desteklememesinde Hizbullah’ın iç siyasetteki baskısı da göz ardı edilemez. Lübnan’ın 2010 Mayıs ayı itibariyle BM Güvenlik Konseyi başkanlığını devralması da tam olarak dize getirilmemiş olarak görülen bu ülkeye karşı duyulan rahatsızlığı artırıyor.

Suriye tarafına baktığımızda ise son dönemde ülkenin dışa açılım çabalarının şaşırtıcı bir şekilde hızlandığını görmekteyiz. Geçtiğimiz yıllarda Suriye’nin yıllardır söz konusu olan Avrupa’ya yönelimi yine durmadı ve Türkiye ile geliştirilen yeni ilişkiler sayesinde ülkenin hem ekonomik hem de sosyal entegrasyon sürecine girdiği düşünüldü.

Ayrıca Suriye’nin 2005 yılından itibaren kendisini izole etme gayretinde olan Suudi Arabistan, Lübnan ve ABD ile geçen yıldan itibaren ilişkilerinin gelişmeye başladığına şahit olduk. Bu bağlamda, iyileşen bu ilişkiler kapsamında karşılıklı olarak yapılan ziyaretler ve büyükelçi atamaları göz önüne alındığında, ‘Suriye İran’dan kopuyor mu?’ sorularının sorulduğu bir dönem de geçirdik. Son dönemde ise Suriye ve Mısır yakınlaşmasından bahsediyoruz.

Tüm bu olumlu gelişmelere karşın, geçtiğimiz günlerde Obama’nın Suriye’ye uygulanan ekonomik yaptırımları tekrar uzattığı yönündeki açıklaması, Suriye’nin uzun dönemdir diğer ülkelerle belki de ilk kez yaşadığı rahatlamanın ABD ile ilişkilerde bir süre daha görülemeyeceğinin işaretlerini vermiş oldu.

Suriye’ye Uygulanan ABD Yaptırımları

2008 yılının son döneminde Obama’nın iktidara gelişi Suriye cephesinde büyük bir beklenti yaratmıştı.

Gerek İsrail ile barış görüşmelerinde gerekse yaptırımlar ve ikili ilişkilerin geliştirilmesinde yeni yönetimin Suriye’nin izolasyonunu kırmaya katkısının olacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. Nitekim son dönemde yaşanan gerginliğe dek Obama’nın yapıcı açıklamaları ve Robert Ford’un, her ne kadar Senato tarafından ataması henüz yapılmamış olsa da, 5 yıl aradan sonra Suriye’ye büyükelçi olarak atanacağının duyurulması da olumlu görülen diğer adımlardı. Ancak İsrail ile danışıklı olduğu iddia edilen Scud suçlamalarının ardından gelen ABD’nin Suriye’ye uyguladığı yaptırımları 1 yıl daha uzattığı şeklindeki açıklamalar, normalleşmenin iki ülke ilişkilerinde hala sağlanamadığını gösteriyor.

2004 yılından itibaren ‘Suriye’nin Mesuliyeti ve Lübnan Egemenliğinin Restorasyonu Senedi’(SALSRA) kapsamında uygulanmaya başlanan Amerikan müeyyidelerinin bir parçası olarak Suriye’ye karşı uygulanan kısıtlamalar hala devam etmekte. Bu senet çerçevesinde, Suriye’nin uluslararası terörist gruplara destek vermesi, kitlesel imha silahları geliştirmesi, Irak’taki terörist faaliyetleri desteklemesi ve Lübnan işgali gibi unsurlar öne sürülerek Suriye’ye yönelik ekonomik yaptırımlar da başlatılmıştı.

Aslında Obama’nın geçtiğimiz yılın Mayıs ayında yaptırımları uzattığı göz önüne alındığında ve bu yıl da konjonktür dolayısıyla mevcut durumun devam edeceği yönünde zaten bir beklenti var olmasına rağmen, son dönemdeki ani gelişmeler nedeniyle, yaptırımların rahatsızlık düzeyi de yüksek oldu.

İlginç olan diğer bir nokta ise Suriye ile sınır kapılarının sayısını giderek artıran ve serbest ticaret anlaşması hazırlığında olan bir Türkiye'ye karşın, uyguladığı yaptırımların gıda ve ilaçları kapsamıyor olmasını neden göstererek 6 yıldır süren ekonomik yaptırımları meşru zemine oturtma çabasında olan bir Amerka'nın söz konusu olması. Amerika ekonomik yaptırımlarının ülkede zarar verilmek istenen kitle olan ve özellikle hükümete yakın olan kesim üstünde başarılı olmuş olmasından dolayı cezanın etkili olduğu görüşüne sığınıyor.

Eş zamanlı gelen Scud iddiaları, İran’ın nükleer sorunu, barış görüşmelerinde yaşanan sorunlar ve yaptırımların devamı gibi gelişmelerle mevcut Ortadoğu tablosuna bakıldığında görünen o ki, ABD’nin bölgesel pozisyonu açısından İsrail’in maliyeti gün geçtikçe daha fazla artıyor. ABD’nin bölgedeki ilişkilerinin düzeyi kendisine doğrudan tehdit oluşturmamasına karşın İsrail’in tercihleri dolayısıyla belirleniyor ve ilişkiler tıpkı İran konusunda olduğu gibi İsrail onayına bağlanıyor. Buna karşın durumdan en fazla etkilenenlerin, tıpkı Gazze ve Lübnan’da hayatını kaybeden 1500’e yakın insan örneğinde görüldüğü gibi, yaptırımlar dolayısıyla zarara uğrayan ve istikrarsız koşullar nedeniyle ülkelerine yapılacak yatırımlardan mahrum kalan bölge halkı olduğu da bilinen bir gerçek.