26 Haziran 2010 Cumartesi

Türkiye İsrail’e Yumuşak Gücü Öğretiyor


Gece ve sabah arasında anlaşmazlık nedeniyle savaş olur. Garip askerleriyle üstümüze hücum ederler.
(Namık Kemal)

Genelde pek çoğumuz için ‘gemi’ farklı anlamlar taşır. Karadan farklı olarak tıpkı bir çölde duyulan his gibi sonsuzluğu temsil eden denizde açılan ‘gemi’dekiler, aynı göğün altında birliktelik hissinin daha fazla farkındadırlar. Bu hissin yarattığı duygu, kader birliği ve gelecek muhtemel bir kasırga durumunda ölümün de toplu geleceği düşüncesini de beraberinde getirir. Mavilikler içinde yol alan kalabalık için ilerleme bir anlamda yeni ve beklenen bir dünyaya gidiş ve aynı zamanda da kaçıştır. Üç semavi dinde var olan Nuh’un Gemisi anlatısında dünyanın dört bir yanından gelen insanların kader birliği etmesi, 1492 yılında İspanya’dan Osmanlı Devleti’ne 150 bin Yahudi’nin gemilerle gelmesi, 1890 yılında yaklaşık 600 kişilik Ertuğrul Fırkateyni isimli geminin yardım amaçlı olarak Osmanlı tarafından Japonya’ya gönderilmesi ve daha niceleri de tarihe bakıldığında ilk aklımıza gelen ‘gemi’lerdir. En son yaşadığımız örnek ise Mavi Marmara Gemisi oldu.

Mavi Marmara’daki Türk kalabalık belki de hayatlarında ilk defa bu derece beynelmilel bir kalabalıkla bir araya gelmişti. İsrail’in gemideki özellikle Türkleri daha ilk günden Hamas ve El-Kaide örgütleriyle bağlantılandırması ile birlikte, zihinlerde bu aktivistlere destek vermek ve vermemek arasında gidip gelmeler de başladı. Ancak geçmişten itibaren İsrail’in argümanlarına aşina olan ve Gazze’de yaşanan dramın da Hamas’tan ibaret olmadığını bilenler açısından çıkış çok da zor olmadı.

Yolunu kaybedip düştüğü İstanbul’un Fatih semtinden çıkmaya çalışırken farkında olmadan İHH gibi dini motivasyona sahip olan bir organizasyonun üyesi ile göz göze geldiğinde bakışlarını kaçırırken, kendini bir anda onun meşru müdafaa hakkını savunurken bulan birisi için olayların karmaşıklığı gün geçtikçe daha da arttı. Aslında aynı şey IHH’lılar içinde olmadı değil. ‘Gemi’ olayı sonrası artık bu 600 kişi ve yakınları televizyonlarının ekranlarında dinledikleri bir Yunanistan haberi karşısında akıllarına 19. yüzyılda Osmanlı’ya isyan eden değil gemide birlikte ölmeyi göze alan ve yakalandıklarında da kendilerini terk etmeyen kişilerin oluşturduğu bir halkı hatırlayacak.

31 Mayıs’ta gecenin güne döndüğü anlarda başlayan Mavi Marmara saldırılarının ardından, ‘acaba bu yolculuğa çıkanlar başlangıçta bu yaşananların ve sonuçlarının bu derece yankı getireceğini düşünmüşler miydi?’ sorusu akıllara geliyor.

Genç, yaşlı, bebek, engelli, papaz, imam ve daha nicesinin bir araya gelerek oluşturduğu ‘gemi’dekiler, kendilerine yapılan uyarıları dinledikleri halde ölüme gitmeyi zaten baştan kabul etmişlerdi. ‘Gemi’ öncesi ve sonrası diye tarihe geçecek bu olay, bir kırılma yaşanıp yaşanmadığından kimin suçlu olduğuna ve bundan sonrasına dair pek çok soruyu da tartışmaya açtı.

Yaşananlar bir kırılma mı?

Bu sorunun tam bir cevabını vermek bugün itibarıyla mümkün değil; aslında soruya hem evet hem de hayır diyenler olabilir. Bugün verilecek her cevap her halükarda subjektif olmak zorunda ve ancak yıllar sonrasında doğruya yakın bir cevabın kabulü mümkün görünüyor.
Kırılma yoktur diyenler açısından, İsrail’in, Hizbullah tarafından kaçırılan iki askerine karşılık 2006 yılında Lübnan’da ve Hamas faliyetleri dolayısıyla 2008 yılında Gazze’de yaklaşık 1500 kişiyi öldürülmesi sonrası dahi zarar görmemiş olması nedeniyle, 9 Türk vatandaşının ölmesi ile de bir kırılma yaşanmayacak.
Kırılma vardır diyenler açısından ise, konunun özü, Lübnan’da Hizbullah ve Gazze’de Hamas varlığı nedeniyle bu saldırıları düzenlerken kendince meşruiyet zemini daha güçlü olan İsrail’in, açık denizde seyrüsefer yapan ve Arap olmayan bir millete karşı düşmüş olduğu bu pozisyonun öncekilerden farklı olmasına dayanıyor. Olaylar sonrası uluslararası toplumda alınacak kararlar da kırılma argümanını savunanlar açısından özel bir öneme sahip.

Uluslararası Toplum

Türk iç siyasetinde askeri önlemler de dahil daha sert önlemler alınması gerektiğini savunanlar açısından dahi Türk hükümetinin saldırı sonrası en fazla takdir gördüğü husus, olayları uluslararası topluma taşımadaki hızı oldu. Bu noktada Türkiye ve Gazze’de bir değişim arzulayanlar açısından birkaç nokta önemli. Bunlardan birincisi uluslararası toplum tarafından İsrail’in kınanması ve ikincisi Gazze’de 2007 yılında gerçekleşen Hamas darbesi sonrası derecesi artırılan ablukanın en nihayetinde kaldırılması.

Nitekim denilebilir ki bu olaylardaki en önemli sonuçlardan ilki Gazze’nin dünyanın gündemine tekrar gelmesi ve ikincisi Türkiye’ye uluslararası toplumu ikna edebilirliğini test edebilme fırsatını vermesidir.

Olayların olduğu gün 12 saat içinde Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’ni toplaması bir başarı olarak kabul edilirken, İsrail’in uyarılmasında asıl gücü temsil eden ABD’den beklenen desteğin alınamaması Türkiye açısından bir hayal kırıklığı niteliğinde oldu. Toplantılar sonrasında BM’den çıkan başkanlık bildirisinde(presidential statement) olaylar dolayısıyla İsrail kınanırken olayların araştırılması istendi. Türkiye açısından tarafsız yerine bağımsız bir araştırma komitesi vurgusu önemli iken, BM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı her iki kelimenin de aynı anlamda kullanıldığını açıkladı. Şu anda tartışılan nokta ise İsrail’in de savunduğu ancak haklı olarak Türkiye’nin yoğun bir tepki gösterdiği komisyonun ilk planda İsraillilerden oluşması düşüncesi. Ancak Refik Hariri ve Benazir Butto suikastları sonrası kurulan BM araştırma komisyonları hatırlandığında, bu karar da hiç yoktan iyidir ancak yeterli değil dedirtiyor.

İKÖ ve Arap Birliği gibi kurumların da toplantılar yaparak Türkiye’ye destek vermesi bazı kesimler için yararsız görülmekle birlikte, Türkiye açısından sabırla ve kararlılıkla uluslararası toplumun konuya ilgisinin sıcak tutulması esas olduğundan, bu kurumların kınamanın ötesine geçerek tıpkı son BM İnsan Hakları Konseyi toplantısında olduğu gibi ısrarcı olmalarının yararı da inkâr edilemez.

ABD ve AB

ABD, olaylardan 9 saat sonra yaptığı açıklamada üzgün olduğunu söylemekle yetindi ve zaten üzgün olmanın daha ötesinde bir tepkinin gelmesi de bir sürpriz olurdu. Bölgede İsrail ve Türkiye müttefikliği arasında sıkışan ve zülfiyare dokunmama çabasında olan ABD Başkanı Obama’nın gündeminde, Filistin meselesi öncesi farklı konuların olduğu muhakkak. ABD tarafından eksik algılanan nokta ise, yıllar önce AB’nin fark ettiği ve değişik tarihlerde yayınladığı güvelik belgelerinde de belirttiği gibi, Filistin sorununun Ortadoğu’da diğer sorunların da büyük ölçüde kaynağı olduğudur. ABD’nin çekimser tavrına karşın BM’de en azından İsrail’e karşı veto kullanmamış olması ise yine de önemli bir gelişme.

ABD karşısında genelde ‘küçük aktör’ rolünde olan ve birlik içinde ayrılıktan bir türlü kurtulamayan AB tarafında ise, yine ülkesel düzeyde yüksek düzeyli tepkisizlikler yaşanmıştır. Buna rağmen, Ortadoğu konusunda göreve geldiği dönemden itibaren hassas olduğu anlaşılan AB Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton‘un AB’nin geçmişte hatalar yaptığını itiraf etmiş olması Türkiye’nin Filistin adına bir değişim istiyorsa bu konuda en önemli partnerlerinden birinin de önümüzdeki dönemde AB olması gerektiğini göstermektedir.

Arap Ülkeleri ve Türkiye

Daha önce de bölgede yaşanan infialler karşısında verilen tepkilere benzer bir şekilde Arap halkları yine meydanlara döküldü. Türkiye’nin son dönemde bölgedeki etkinliği karşısında Başbakan Erdoğan’a yapılan liderlik yakıştırmasıyla Araplar arasında Türkiye’ye karşı yıllar önce görülemeyecek bir teveccüh var. II. Dünya Savaşı sonrası gergin ilişkilerine baktığımızda, bu yıllar boyunca Batı müttefikliği nedeniyle Araplar tarafından ağır bir şekilde eleştirilmiş ve hatta Bağdat Paktı’nda Irak dışındaki tüm Arap ülkeleri tarafından yalnız bırakılan bir Türkiye için, bugün gelinen nokta bölge ile ilişkilerde gelinen seviyenin en üst düzeye ulaştığını gösteriyor.

İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olması ve seküler yapısı nedeniyle sıradan Arap intibasında olumsuz tanımlanan Türkler, Mavi Marmara gemisi sonrası bir süredir yaşanan imaj yenileme sürecinde önemli bir aşamaya geldi. Ekonomik sorunların pençesinde olan ve tabiri yerindeyse liderini arayan bu halklar için Türkiye’nin konumu bir anlamda uzun süredir yaşadıkları durgunluğun aşılmasını da temsil etmekte.

Ancak her şeye rağmen ‘İsrail’in saldırıları bölgedeki siyasi dengelerin sağlanmasında bir değişim getirir mi?’ sorusunun cevabının evet olması ihtimali düşük. Halklar ve hükümetleri arasındaki uçurum, özellikle seçimlerin özgür ve adil ortamlarda yapılmaması ve Amerika ile var olan müttefiklik ilişkileri nedeniyle ortaya çıkıyor. Bu durumda her işgal, hem bölgedeki İslami akımların argümanını güçlendirirken, hem de rejimlerin müttefiklerine göz kırparak alternatifini/alternatifsizliğini ve aynı zamanda kendi vazgeçilmezliğini göstermesi nedeniyle eş zamanlı bir paradoks da yaratıyor.

Arap dünyasının bu sarmalı ümit kırıcı olsa da, günün sonunda gördüğümüz Mısır’ın Refah kapısını açtığı ve Netenyahu’nun Gazze Limanı’nı uluslararası kontrol dahilinde açmaya yanaşması. Bu durum belki de yaşananların ardından en somut gelişmeler olması nedeniyle ölümlerin anlamlılığını da gösteriyor. Zaten yola çıkma amacının ablukanın kırılmasının başarılması olduğu hatırlandığında, sivil inisiyatifin amacının gerçekleşmeye ne kadar yaklaştığı görülüyor.

Abluka Kırılırsa Ne Olur?

Ablukanın kırılmasının anlamı hem Gazze’nin hem de bölgenin normalleşmesi demek. Aslında Batı Şeria’nın da kontrol noktaları nedeniyle çok rahat koşullara sahip olmadığı da bir gerçek. Dükkanınızın olduğu bir diğer sokağa gitmek için evinizden çıktığınızda geçtiğiniz kontrol noktaları, gözetilen hapishane mantığıyla bu bölgenin de yaşadığı zorluğu gösteriyor. Aslında Batı Şeria’da da abluka zaten içeride her an var. Gazze’de ise ablukanın kalkması hali hazırda Hamas’ın kontrol ettiği tünel ticaretinin azalması ile normal ticari ve ekonomik ilişkilerin gelişmesi ve böylece Gazze halkının normalleşmesi anlamına geliyor. Bölge düzeyinde ise Filistin sorununda elde edilecek bir gelişme, Gazze’de dahil tüm bölgenin giderek pragmatikleşmesini ve İslami akımların da Filistin argümanını artık daha az dile getirmesini sağlayacaktır. İsrail’in yarattığı direniş düşüncesinin normalleşme ile zayıflaması ise ideolojilerin kırılması ve bölge halkının asıl sorunu olan yaşam şartları ve ülkesel sorunlarını daha fazla gündeme taşınması sonucunu verecektir.

İsrail’in amacı Hamas’ın abluka nedeniyle ülke içinde zayıflaması iken kaçırılan nokta halkın bu sayede İsrail’e olan nefretiyle birlikte ablukanın sürekliliğine inanmış hale gelmesi. Ayrıca İsrail’in tasavvur ettiği gibi Hamas’ın sadece maddi ve tehditkar bir güç nedeniyle değil toplumun kendisine olan inancı nedeniyle de bölgede var olması, ablukanın devamının İsrail’e paye kazandırmayacağı; tam tersine İsrail!e karşı nefreti giderek artırdığı. Bu noktada ablukanın sadece kaldırılması da yeterli değil, İsrail’in yanı başındaki halk ile birlikte yaşamak zorunda olması onun Hamas ile gizli olarak masaya oturmasını ve böylece söylemi yumuşatmayı başarmasını da gerektiriyor. Bu konuda bir zamanlar Türkiye’nin gösterdiği çaba ihmal edildi; aynı şekilde Arap Barış Planını uygulamayı Hamas’ın da kabul etmesine ve Araplar tarafından bu Plan üzerinde konsensüs sağlanmasına rağmen İsrail bu fırsatı da kaçırdı. Ayrıca USAK bünyesinde hazırlanan Hamas Kronolojisi detaylı bir şekilde incelendiğinde de görülecektir ki 2006 Ocak seçimleri öncesi İsrail Savunma Bakanı ve Devlet Başkanı Hamas'ın seçilmesi durumunda belli koşullarda tanınacağı mesajı verdiler. Benzer bir şekilde Hamas'ın üst düzey yetkilileri de İsrail ile konuşmanın bir tabu olmadığını söyledi ve hatta 2007 Ocak ayında siyasi büro şefi Halid Meşal İsrail'in varlığının bir gerçeklik olduğunu söyledi. Buna karşılık Olmert, ''Bu bizim şu ana kadar var olmadığımız manasına mı geliyor?'' dedi ve Meşal'in söylediklerini okumak ve takip etmek zorunda olmadığını ifade etti. Bu dönemde uzlaşı gözetmeyen ve art arda karşılıklı yapılan saldırılarla birleşen söylemler sonrası alınan tutum ve Hamas'ın başarısının ardından yaşanan şok, uluslararası baskıyı da beraberinde getirdi. Nitekim o dönemde Likud lideri olan Netanyahu ulsulararası toplumun Gazze'ye yardımını kesmesi çağrısında bulunmuştu ve ilerleyen günlerde yardımlar kesildi. Oysa ki İsrail katı güvenlik politikaları söyleminden kurtulmak yoluna gitmiş olsaydı bugün gelinen noktadan çok farklı bir yerde olunabilirdi. Türkiye’nin Arap dünyasını dönüştürmesi deneyimi ve komşuluk politikasının da İsrail tarafından örnek alınması şu anda görünen tek çözüm.

İsrail’in argümanı olan Gazze limanlarının İran başta olmak üzere silah ticaretinin merkezi olacağı konusu ise sorunun çözümüne katkıda bulunacak bir açıklama değil. İsrail’in söylemi son dönemde İran’a karşı duyulan şüphenin bir anlamda Gazze olaylarının savunusunda araç haline getirilmesinden daha öte bir anlam taşımıyor. Ancak var olan İsrail hükümetinin en son yaptığı açıklamalarla Gazze limanını uluslararası kontrol dahilinde açma kararı, bu hükümet açısından verilebilecek en büyük taviz. Eğer bu uygulama başlatılırsa kör topal bir iyileşmenin de başlangıcı yaşanacak.

İHH’ın Kişiliği Sorunu

İHH’nın kişiliği konusu İsrail açısından geminin yola çıkması öncesinden itibaren kullanılan en büyük argüman oldu. Buna göre ister istemez ilk akla gelen soru, ‘peki İHH olmasaydı da farklı bir Türk grup olsaydı yine ölümler olur muydu?’ şeklinde oluyor. İHH yılardır özellikle 3. dünya ülkelerine yardım götüren ve buralarda sağlık taramaları yapan ulus aşırı ve yasal bir kuruluş. Dini motivasyonla hareket eden bir kuruluş için ise yapılabilecek tek suçlama, sadece başka dinlerden olan kişilere karşı ayrımcılık gözetmesi ve dindaşlarına öncelik vermesi olur. Ancak Mavi Marmara’dan gelenler arasında “aynı şartlar altında Yahudiler olsaydı yine giderdik” sözleri dahi olayların Anti-Semitik bir zemine oturmadığını gösteriyor.

Ve Nihayet Türkiye-İsrail Meselesi

Türkiye-İsrail ilişkilerinin son yılların en büyük darbesini aldığı kesin. 2008 yılında Türkiye ziyaretinde Suriye ile yapılacak olan barışı konuşan Ehud Olmert’in dört gün sonra başlattığı Gazze operasyonu, Davos ve koltuk krizleri ile karşılıklı yapılan suçlamalar her iki ülke açısından da çok yıpratıcı oldu. İsrail medyası Türk hükümetinin İslami yönüne vurgu yaparak Hamas, Ahmedinejad ve Hizbullah üçlüsüne Türkiye’nin de artık dahil olduğunu Batı’ya göstermeye çalıştı. Ayrıca son dönem Türkiye’nin İran ile takas antlaşması yapması da bir sonraki hedefin İran olması için ABD’yi ikna etme çabasında olan İsrail’in elindeki kozu kaybetmesi anlamındaydı.

Tabi sadece hükümet değil aynı zamanda Türk halkının Anti-Semitik olduğu yönündeki haber ve yorumlar da İsrail tarafından neredeyse her gün Türkiye’yi suçlamak için uzun süredir kullanılıyor. Ancak tek bir ayrımın hep unutulduğunu gördük: Türk halkının son dönemde artan tepkisi Anti-Semitik değil Anti-Siyonist oldu, ne var ki bu esnada Türkler Anti-Türk propaganda yaptıkları savunusu ile İsraillilere karşı bir suçlamada da bulunmadılar.

Yahudilerin anlamadığı nokta, kimlikleri nedeniyle değil komşularına ve özellikle Filistinlilere karşı uyguladıkları siyaset nedeniyle Türkler tarafından kınandıkları oldu. Ve bu kınama İsrail halkına değil İsrail hükümetlerine karşı yapıldı. Bugün dahi İsrail ve Türk hükümetinin açıklamalarına bakıldığında İsrail’in öldüreni onurlandırmasına karşılık Türkiye’nin öldürmeme söylemi dikkat çekici düzeyde olduğu görülür.

Görünen o ki iki ülke ilişkileri İsrail tarafında yeni bir hükümet gelmediği takdirde eskisi gibi olmayacak. İsrail vatandaşları ise içeride yapılan yoğun propagandadan ancak dışarı çıktıklarında ve kendilerine ‘siz katil bir hükümetin vatandaşlarısınız’ suçlaması defalarca söylenmediğinde kurtulamayacaklar. Sıradan bir İsrailli açısından bu utançtan kurtulmak ancak barışçıl bir hükümeti desteklemek ve kendilerini tüm dünyaya olumsuz takdim eden Netanyahu’dan bir an önce kurtulmak yoluyla olacaktır.

Ve son olarak, Rachel Corrie gemisini ölüsüz bir şekilde limana ulaştırmayı İsrail gazetelerinin manşetlerinde gururla vermeleri de göstermiştir ki, Türkiye bölgede barışa katıda bulunmaya çabalarken aynı zamanda İsrail’e yumuşak gücü de öğretmeye başlamıştır. Hizbullah’ın 2006 savaşı sonrası Sinagog tamir ederek ve Hristiyan partileri kendi bünyesine katarak gösterdiği gibi bölgedeki devlet dışı İslami akımlar dahi kapsayıcılık çabasında iken, İsrail’in de Soğuk Savaş sonrası dönemde artık tek gücün silah olmadığını görmesi gerekmektedir.


Serpil Açıkalın USAK Ortadoğu ve Afrika Çalışmaları

6 Haziran 2010, Pazar

Hiç yorum yok: