26 Haziran 2010 Cumartesi

Ortadoğu’da Savaş Senaryoları ve Yenilenen ABD Yaptırımları

2008’in son günlerine benzer bir döneme giriyoruz…

O dönemde Ehud Olmert Suriye ile barışın mesajlarını veriyordu ve savaş öncesi son uğrak yeri Türkiye idi…

Şimdi ise Benjamin Netanyahu tarafından Filistinlilerle yapılacak barışın mesajları Mısır’da veriliyor.

Bu yıl tekrar başlayan dolaylı barış görüşmeleri, Doğu Kudüs’te yeni yerleşim yerlerinin inşası planlarının ortaya çıkmasıyla Mart ayında gündemden düşmüştü. Buna karşın inşa planlarını şimdilik askıya alan İsrail’in, çok kısa bir zaman dilimi içinde yeniden barıştan bahsetmesi bölge açısından ilginç bir gelişme.

Geçmişten ders alan pek çok kişi ise başlayan barış ziyaretlerini yorumlarken bölgede savaşın artık yaklaştığı tahminlerinde bulunuyor.

Scud Füzeleri İddiaları

Suriye, Nisan ayının ortalarından itibaren İsrail ve ABD tarafından Hizbullah’a Scud Füzeleri ve M600 roketleri sağlamakla suçlanıyor. Bu suçlamalar hem Lübnan hem de Suriye tarafından reddedilirken, Hizbullah bu konuda sessiz kalmayı tercih ediyor.

Lübnanlı yetkililer, ortalama 30 metre boyunda olan ve fırlatılması yaklaşık 40 dakikayı bulan bu füzelerin Katyuşalarla karşılaştırıldığında nakil ve kullanım zorluğu dolayısıyla tercih edilmediğini ve bu nedenle de iddiaların doğru olmadığını ifade ediyorlar. Buna karşın Scud füzelerinden daha kısa menzilli olmakla birlikte 250 km’lik menzillere sahip olan M600’ler çabuk fırlatılabilmeleri nedeniyle İsrail tarafından büyük bir tehdit olarak görülüyor.

Barışın konuşulmaya başlandığı bir dönemde eş zamanlı olarak bu iddiaların gündeme gelmesi Filistin konusunda barışın tesisi amaçlanıyorsa niçin Suriye’yi dışta bırakacak adımlar atılıyor sorusunu da akıllara getiriyor. Nitekim geçtiğimiz Cumartesi yapılan Arap Birliği toplantısında da konunun doğrudan muhatapları olan Suriye ve Lübnan’ın 2002 yılından beri uygulanmayı bekleyen Arap Barış Planı’nı reddetmesi de son dönemdeki gerginliğin nedenlerinden biri olarak sayılabilir.

Savaş Beklentileri

Nisan ayında İsrail tarafından Scud füzeleri nedeniyle dolaylı ve doğrudan yapılan tehditler, bölgede bir savaşın patlak verme ihtimalini gündeme getirdi. Bölgede hem İran’ın nükleer silaha sahip olması tartışmaları hem de İsrail-Filistin barışı konusunda bir türlü ilerlemenin sağlanamıyor oluşu da bölgesel stres birikmesine neden olan en büyük etkenler olarak karşımıza çıkıyor.

Hizbullah’ın Lübnan’daki faaliyetleri için İran ve Suriye’den yardım gördüğü su götürmez bir gerçek olmakla birlikte, son yapılan suçlamalar ışığında Suriye ve Lübnan, toplu imha silahlarına sahip olduğu bahanesiyle 2003 yılında Irak’a gerçekleştirilen saldırılar benzeri bir durumun kendilerine karşı da söz konusu olduğunu ve Scud Füzeleri suçlamalarıyla bir savaş bahanesi arandığını iddia ediyorlar. Ancak tahminler, savaş İran’da mı olur yoksa Suriye ya da Lübnan’da mı noktasında farklılık gösteriyor.

Ayrıca diğer bir tahmin de Scud füzeleri bahane edilerek Suriye ve Lübnan sınırına BM güçlerinin konuşlandırılmak istendiği şeklinde.

Alternatiflerden bir diğeri de, 2006 ve 2009 saldırılarının yeterince yıldırıcı olduğu iddiasında olan İsrail'in, savrulan tehditler sayesinde Suriye ve Lübnan’da uyandırdığı korku ile yetinilebileceği tahminine dayanıyor. Bu durumda İsrail, savaş yerine korku vermiş ve yeni bir savaş ihtimalinin yıkıcı etkisinden kurtulmuş olacak. Böylece geçtiğimiz aylarda Beşşar Esed, Mahmud Ahmedinejad ve Hasan Nasrallah aynı fotoğraf karesinde görülmekten gurur duyarken artık daha temkinli olma gereği duyacaklar.

Suriye ve Lübnan'daki Durum

Ocak ayında Lübnan’da bulunanlar bilirler. O dönemde ülkenin gündemindeki konu İsrail uçaklarının gün içinde pek çok defalar hava sahasını ihlal ederek Beyrut semalarında dolaşmasıydı. Doğal olarak bunu bir tehdit olarak algılayan Lübnan hükümeti, ihlallerle ilgili yayınladığı mesajlarla İsrail’i uyarmaya çalışıyordu. Savaşın yazın çıkma ihtimali de bu dönemde en sık konuşulan konulardan birisiydi. Ayrıca ülkenin bir süredir istikrarlı bir duruma eriştiği, ancak her istikrar ve toparlanmanın ardından Lübnan’da bir karışıklığın çıktığına dair bilinç de halkının endişelerini yansıtıyordu. Hizbullah muhalifleri ‘İsrail’le savaşmak istemiyoruz, bıktık savaştan’ mesajları verirken, 8 Martçılar direnişe ve İsrail tehdidine vurgu yapıyordu ve bu vurgu hala da devam ediyor...

Hizbullah ile ilgili Lübnan hükümetinin en fazla uyarı aldığı hususlardan en önemlisi, 2004 yılında uygulamaya giren ve özellikle Hizbullah’ı hedefleyen ülkedeki tüm militan grupların dağıtılması ve silahsızlanmasını öngören 1559 sayılı BM kararın uygulanması konusu. Ancak hükümet, muhalefeti temsil etmesine rağmen Hizbullah’ın yasal bir siyasi grup olduğunu söyleyerek bu konuda herhangi bir dış müdahaleye uğramak istemiyor. Ayrıca 8 Martçılar İttifakına yeni katılımlarla birlikte Hizbullah’ın, 2008 sokak çatışmalarına rağmen, Lübnan siyasetinde giderek daha fazla güçlenme eğiliminde olmasının Lübnan’ı 'normalleştirmek' isteyenler açısından kaygı verici olduğu da bilinen bir gerçek. Bunun yanında, BM Güvenlik Konseyi’nde Lübnan’ın İran’a uygulanmak istenen yaptırımları desteklememesinde Hizbullah’ın iç siyasetteki baskısı da göz ardı edilemez. Lübnan’ın 2010 Mayıs ayı itibariyle BM Güvenlik Konseyi başkanlığını devralması da tam olarak dize getirilmemiş olarak görülen bu ülkeye karşı duyulan rahatsızlığı artırıyor.

Suriye tarafına baktığımızda ise son dönemde ülkenin dışa açılım çabalarının şaşırtıcı bir şekilde hızlandığını görmekteyiz. Geçtiğimiz yıllarda Suriye’nin yıllardır söz konusu olan Avrupa’ya yönelimi yine durmadı ve Türkiye ile geliştirilen yeni ilişkiler sayesinde ülkenin hem ekonomik hem de sosyal entegrasyon sürecine girdiği düşünüldü.

Ayrıca Suriye’nin 2005 yılından itibaren kendisini izole etme gayretinde olan Suudi Arabistan, Lübnan ve ABD ile geçen yıldan itibaren ilişkilerinin gelişmeye başladığına şahit olduk. Bu bağlamda, iyileşen bu ilişkiler kapsamında karşılıklı olarak yapılan ziyaretler ve büyükelçi atamaları göz önüne alındığında, ‘Suriye İran’dan kopuyor mu?’ sorularının sorulduğu bir dönem de geçirdik. Son dönemde ise Suriye ve Mısır yakınlaşmasından bahsediyoruz.

Tüm bu olumlu gelişmelere karşın, geçtiğimiz günlerde Obama’nın Suriye’ye uygulanan ekonomik yaptırımları tekrar uzattığı yönündeki açıklaması, Suriye’nin uzun dönemdir diğer ülkelerle belki de ilk kez yaşadığı rahatlamanın ABD ile ilişkilerde bir süre daha görülemeyeceğinin işaretlerini vermiş oldu.

Suriye’ye Uygulanan ABD Yaptırımları

2008 yılının son döneminde Obama’nın iktidara gelişi Suriye cephesinde büyük bir beklenti yaratmıştı.

Gerek İsrail ile barış görüşmelerinde gerekse yaptırımlar ve ikili ilişkilerin geliştirilmesinde yeni yönetimin Suriye’nin izolasyonunu kırmaya katkısının olacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. Nitekim son dönemde yaşanan gerginliğe dek Obama’nın yapıcı açıklamaları ve Robert Ford’un, her ne kadar Senato tarafından ataması henüz yapılmamış olsa da, 5 yıl aradan sonra Suriye’ye büyükelçi olarak atanacağının duyurulması da olumlu görülen diğer adımlardı. Ancak İsrail ile danışıklı olduğu iddia edilen Scud suçlamalarının ardından gelen ABD’nin Suriye’ye uyguladığı yaptırımları 1 yıl daha uzattığı şeklindeki açıklamalar, normalleşmenin iki ülke ilişkilerinde hala sağlanamadığını gösteriyor.

2004 yılından itibaren ‘Suriye’nin Mesuliyeti ve Lübnan Egemenliğinin Restorasyonu Senedi’(SALSRA) kapsamında uygulanmaya başlanan Amerikan müeyyidelerinin bir parçası olarak Suriye’ye karşı uygulanan kısıtlamalar hala devam etmekte. Bu senet çerçevesinde, Suriye’nin uluslararası terörist gruplara destek vermesi, kitlesel imha silahları geliştirmesi, Irak’taki terörist faaliyetleri desteklemesi ve Lübnan işgali gibi unsurlar öne sürülerek Suriye’ye yönelik ekonomik yaptırımlar da başlatılmıştı.

Aslında Obama’nın geçtiğimiz yılın Mayıs ayında yaptırımları uzattığı göz önüne alındığında ve bu yıl da konjonktür dolayısıyla mevcut durumun devam edeceği yönünde zaten bir beklenti var olmasına rağmen, son dönemdeki ani gelişmeler nedeniyle, yaptırımların rahatsızlık düzeyi de yüksek oldu.

İlginç olan diğer bir nokta ise Suriye ile sınır kapılarının sayısını giderek artıran ve serbest ticaret anlaşması hazırlığında olan bir Türkiye'ye karşın, uyguladığı yaptırımların gıda ve ilaçları kapsamıyor olmasını neden göstererek 6 yıldır süren ekonomik yaptırımları meşru zemine oturtma çabasında olan bir Amerka'nın söz konusu olması. Amerika ekonomik yaptırımlarının ülkede zarar verilmek istenen kitle olan ve özellikle hükümete yakın olan kesim üstünde başarılı olmuş olmasından dolayı cezanın etkili olduğu görüşüne sığınıyor.

Eş zamanlı gelen Scud iddiaları, İran’ın nükleer sorunu, barış görüşmelerinde yaşanan sorunlar ve yaptırımların devamı gibi gelişmelerle mevcut Ortadoğu tablosuna bakıldığında görünen o ki, ABD’nin bölgesel pozisyonu açısından İsrail’in maliyeti gün geçtikçe daha fazla artıyor. ABD’nin bölgedeki ilişkilerinin düzeyi kendisine doğrudan tehdit oluşturmamasına karşın İsrail’in tercihleri dolayısıyla belirleniyor ve ilişkiler tıpkı İran konusunda olduğu gibi İsrail onayına bağlanıyor. Buna karşın durumdan en fazla etkilenenlerin, tıpkı Gazze ve Lübnan’da hayatını kaybeden 1500’e yakın insan örneğinde görüldüğü gibi, yaptırımlar dolayısıyla zarara uğrayan ve istikrarsız koşullar nedeniyle ülkelerine yapılacak yatırımlardan mahrum kalan bölge halkı olduğu da bilinen bir gerçek.

Hiç yorum yok: