10 Aralık 2010 Cuma

Mısır'da neler Oluyor?

Serpil Açıkalın
4 Aralık 2010, Cumartesi

Daha önceki yazılarımızda da defaatle değindiğimiz Mısır seçimlerinin ilk raundu en nihayetinde geçtiğimiz hafta gerçekleşti; ancak ilk raundun sonunda Müslüman Kardeşler’in Meclis’te hiç sandalye kazanamaması dolayısıyla seçimleri boykot etmesiyle ikinci raunda gerek kalmaksızın sonuçlar neredeyse belli oldu.

Mısır, insan kapasitesi ve tarihi göz önüne alındığında dışarıdan bakan bir göz için üzüntü verici bir hale dönüşmüş durumda. Kantitatif çalışmalar otoriteryanizmin farklı regresyonlarla toplumdaki etkisini araştıradursun, Mısır’daki rekabetsiz ortamda hayatın durağan hale gelmesinde ebetteki ülkenin var olan sisteminin en büyük etken olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Bu durağanlık, çevre ülkelerle karşılaştırıldığında ülkede muhalefetin nisbi de olsa sesi daha fazla duyulmakla birlikte, temelde Mısır hükümetinin konsolidasyon döneminin yıllar önce tamamlanmış olmasından ve kemikleşmiş olan rejimle birlikte ülkedeki adaletsiz gelir dağılımından kaynaklanıyor.

Mısır, 19. yüzyılın ilk yarısında monarşi yönetimi boyunca var olan çok partili düzenin Nasır döneminde tek partili hale getirilmesine ve 1970’lerde Sedat tarafından göstermelik de olsa çok partili döneme geri dönülmesine tanık oldu. Lineer bir ilerleme göstermeyen Mısır demokrasisinde, değişen konjonktür dolayısıyla, beş yıl öncesi ile karşılaştırıldığında bugün de geri atılan adımların olduğunu ve yarı-otorier sistemin giderek güçlendiğini görmekteyiz.

2010 Halk Meclisi Seçimlerine Giden Süreç

Bu yılki Halk Meclisi seçimlerinin önemi, gelecek yıl yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden çok kısa bir süre öncesinde gerçekleşmiş olmasından kaynaklanıyor. Seçimlerin sonucunda Halk Meclis’inde oluşacak bir oran değişimi, gelecek yılın cumhurbaşkanlığı adayını henüz ilan etmeyen Hüsnü Mübarek açısından oldukça büyük bir risk oluşturabilirdi. Önceki yazılarımızda da belirttiğimiz üzere kanun maddelerinin Cumhurbaşkanlığı için adaylık koymayı pek çok şarta bağlamış olması, bu seçimleri gelecek yılki asıl seçim için ezici bir çoğunlukla galip gelinmesi gereken bir hale soktu.

2005 seçimlerinde 88 bağımsız adayla Meclis’te temsil olanağına kavuşan Müslüman Kardeşler Cemaati açısından, aradan geçen beş yıl içerisinde pek çok şey değişti ve bu gelişmeler Cemaati bugüne taşıdı. İç bölünmeler yanında 2005 yılında gösterilen başarı sonrası uygulanan rejim baskısının artması, beş yıl öncesi ile bugünü karşılaştırdığımızda Müslüman Kardeşler’in de oldukça değiştiğini gösteriyor.

Özellikle uluslararası konjenktürde yaşananlar, Mısır rejimi açısından 2005 seçimleri öncesinde çok farklı bir atmosfer yaratmıştı. Amerikan baskısı neticesinde Mısır hükümeti, 2004 yılında zorunlu olarak reformlar hayata geçirmişti ve 2005 yılındaki seçimlerin yetersiz de olsa yargıçlar tarafından denetlenmesine karar verilmişti. Ancak aradan geçen zaman zarfında yaşananlar, özellikle ABD tarafından yapılan baskının giderek zayıflaması sonucunu doğurdu. George Bush’un Irak Savaşı sonrası baskıları, 2006 Hamas zaferi sonrası ortadan kalktı. Özellikle Obama’nın iktidara gelişi sonrası Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşmayı dinlemeye gelen Müslüman Kardeşler’in üst düzey liderleri, aslında bu konuşmaya Bush benzeri uyarıları dinlemek üzere gelmişlerdi. Ne var ki aradan geçen yıllarda, ne Amerikan yardımının azaltılması ne de sivil toplumun güçlendirilmesi gibi konular eskisi kadar gündeme gelmedi. Ayrıca, 2005 öncesi ortaya çıkan Kifaye Hareketi de o dönemde ülke içinde ve dışında farkındalığın artmasına büyük bir katkı sağlamıştı; ancak bugün ülkedeki medyanın da iktidardaki Ulusal Demokratik Parti yararına bir değişime gittiği görülüyor. Özellikle Vafd partisinin başkanı olan Seyyid El-Bardavi’nin Mübarek karşıtı haber ve yorumları ile bilinen Düstur gazetesini satın alması sonrası gazetenin muhalif editörünün işine son vermesi ile tekrar gündeme gelen iddialara göre, Mısır’daki zayıf seküler partiler, Meclis’de daha fazla temsil hakkı kazanabilmek için hükümet ile gizli işbirliğine gidiyorlar.

Seçimlere giden süreçte yaşanan diğer bir gelişme ise, ‘İslam Çözümdür’ sloganının muğlaklığını aşmak amacıyla 2007 yılında Müslüman Kardeşler tarafından yayınlanan Taslak Parti Programı isimli sosyal, siyasi ve ekonomik konulara değinen belgenin, içeriği dolayısıyla gerek Mısır entelektüellerinde ve gerekse ülkeyi uluslararası ortamda izleyenlerde uyandırdığı tepki oldu. Bu belgenin öncesinde 2004 ve 2005 yıllarında da farklı iki belge yayınlanmış olmasına karşın, bu defa Cemaatin şahin kanadının daha ağır bastığı genel olarak yapılan yorumlar arasındaydı. Bu belgede özellikle cumhurbaşkanlığı için Müslüman olmayanların ve kadınların aday gösterilmemesi ve bir ulema konseyi kurulması gibi konular, 1990’lı yıllardan itibaren demokrasi söylemine sık sık başvuran Müslüman Kardeşler’in demokrasiyi içselleştirip içselleştirmediği sorusunu tekrar gündeme getirdi ve Cemaatin kendi içinde reformist ve gelenekselci kanat arasında fikir ayrılıklarına sebep oldu. Her ne kadar cumhurbaşkanlığı makamı konusunda geri adım atılmamışsa da daha sonra yapılan açıklamalarda ulema konseyinin parlamenter bir düzeni temsil etmediği ve daha çok danışma meclisi anlamına geldiği söylendi. Ancak Müslüman Kardeşler’in genel yaklaşımından anlaşılan, demokrasinin daha ziyade seçimlerin adil ve özgür ortamda yapılması olarak kabul edildiğidir; vatandaşlık hakları ise Cemaat açısından daha geriden gelen meselelerdir.

2007 yılında özellikle dini temelli seçim kampanyalarına ve gruplara karşı düzenlenen kanun değişimleri de, kısa bir süre sonra gerçekleşen yerel seçimlerde görüldüğü üzere, Müslüman Kardeşler üzerindeki baskıyı büyük ölçüde artırdı. Bu süre boyunca Müslüman Kardeşler, ‘İslam Çözümdür’ benzeri bir sloganı kullanmayı büyük ölçüde terk etti.

Seçimler..

Müslüman Kardeşler her sıkıntılı dönemde yaptığı gibi bu seçimlerde de iktidar partisinin baskısını azaltmak için başlangıçta 130 gibi çok az aday sayısı ile seçimlere girdi. Seçimler öncesinde Müslüman Kardeşler üyelerinden pek çok kişi tutuklanırken, hükümet tarafından özellikle zayıf olmasına karşın yıllardır var olma çabasında olan seküler partilerin seçimleri boykot etmemesi yönünde çağrılar yapıldı. Seçimlerin ilk raundunun sonunda ise Vafd Partisi, Nasırist Parti, Gad Partisi ve Tagammu Partisi gibi partiler ancak birkaç sandalyeyi garantileyebilirken Müslüman Kardeşler’in hiçbir adayı bu şansı yakalayamadı.

Seçimler öncesi gündeme gelen uluslararası gözlemciler tarafından seçimlerin izlenmesi meselesi, özellikle iktidar partisi taraftarlarının yoğun bir tepkisiyle karşılaştı; parti gözlemcilerine de izin verilmemesine karşın, sadece bağımsız adayların gözlemciliği kabul edildi. Bu izne rağmen pek çok gözlemci seçim merkezlerine girmelerine izin verilmediği için bu hakkı da kullanamadılar. Şiddet ve şikâyetlerle dolu olan bir Mısır seçimleri de böylece geçmiş oldu.

Müslüman Kardeşler açısından bakıldığında, bu yaşananların sürpriz olmaması geçmişteki deneyimlerinden kaynaklanıyor. 1980’lerin sonlarından itibaren ve 1990’larda Müslüman Kardeşler'in topluma yayılma ve açılma çabasıyla sendikalarda ve üniversitelerde gösteridiği başarı dolayısıyla rejim baskısının artması, 1990 yılında seçimlerin boykot edilmesi ve 1995 yılında Meclis’e hiçbir adayının girememesi sonucunu doğurmuştu. Bugünkü durum da geçmişten pek farklı değil. Müslüman Kardeşler Meclis yerine tekrar sivil topluma yoğunlaşacak ve ayakta kalma çabasını devam ettirecek. Bu nedenle, seçimlerin ardından Cezayir ya da Tunus’ta 1990’ların başında yaşanan çatışmalar Mısır açısından beklenen gelişmeler değil.

Mısır’da gelecek yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Cemal Mübarek tarafından kazanılsa dahi, bu durum yine de ülkenin yıllardır yaşadığı durgunluktan çıkması anlamına geliyor. Bu nedenle beş yıl sonra yapılacak olan Parlamento seçimlerinde yukarıda sayılanlar doğrultusunda pek çok şey değişebilir.

Yeri gelmişken dikkat çeken bir diğer konu, Türk medyasının da giderek Ortadoğu’nun iç gelişmelerini daha yakından izlemeye başlaması ve bu yönde yorumların artması. Ancak maalesef ülkelerin tarihlerinin çok iyi bilinmemesi nedeniyle yazılarda birbiriyle çelişen pek çok konu da dikkat çekiyor. Zaman içinde bu durumun değişeceğini umut ediyoruz.

Serpil Açıkalın
sacikalin8@gmail.com

23 Kasım 2010 Salı

(Kitap İncelemesi) Arap Milliyetçiliği Zaferden Umutsuzluğa

Yazar: Adid Davişa (Adeed Davisha)
Yayıncı: Literatür Yayınları
Basım Yeri: İstanbul
Yayınlanma Tarihi: 2004

Günümüzde etkinliğini büyük ölçüde kaybetmiş olan ancak 20. yüzyılın erken ikinci döneminde en parlak günlerini yaşayan Arap Milliyetçiliği, günümüzün Arap ülkeleri arasındaki ilişkileri sağlıklı değerlendirebilmek ve Arap liderlerin davranışları hakkında öngörülerde bulunabilmek için Ortadoğu hakkında çalışanların etraflıca bilmesi gereken bir konudur.

Adid Davişa tarafından yazılan Arap Milliyetçiliği isimli eser, bu konuda yazılmış olan en kapsamlı akademik çalışmalardan birisidir. Kitap boyunca başvurduğu akademik referanslar göz önüne alındığında, aynı zamanda literatür hakkında bilgi sahibi olmamızı da sağlayan yazar, olayları tarihsel bir analiz yoluyla okuyucuya sunmaktadır.

Kitap boyunca üzerinde durulan ve cevapları aranan başlıca sorular şu şekildedir: Arap Milliyetçiliğinin doğuşundan itibaren 19.yüzyılın sonları ve 20.yüzyılın başlarında Arap halklarının millet olduklarının farkına varmaları nasıl olmuştur? Arap milliyetçiliği ile Arap halklarının siyasal bir birlik oluşturması düşüncesi arasındaki ilişki nedir? Milliyetçilik aynı zamanda siyasal bir yapıyı da gerektirir mi ve eğer gerektiriyorsa devletsiz olan halkların milliyetçilik duygusu nasıl gelişmiştir? Bu sorular aynı zamanda milliyetçiliğin kavramsal bazda karmaşıklığını anlayabilmek ve söylemin ötesinde uygulanabilir olup olmadığını tartışmak açısından da oldukça önemlidir.

“Arapların siyasal ve askeri açıdan zayıf bırakılmasını amaçlayan planların” ve “Arap bölünmesinin” önüne geçebilmek için, Arapların tek bir devlete sahip olması gerektiği fikrinin geniş destek bulduğu bölgede, farklı fikirler de ortaya çıkmıştır. Davişa, Araplarda oluşan bağlılık duygusunun dil ve İslam’a dayandığını söylemektedir. 16.yüzyıla kadar süren fetihler ve gelişen medeniyetin ardından Osmanlı hâkimiyeti altında dillerini korumuş olan Araplar için dilin önemi büyüktür. Kitapta, ilk dönem Arap milliyetçiliği anlatılırken, Hıristiyanlığa karşı İslam’ın yeniden dirilişini savunan ve bunun yolunu İslam ümmetinin bir araya gelmesinde gören Cemalettin El-Afgani ve Muhammed Abdu üzerinde durulmaktadır. Bu düşünürlerde, dil ve değer bütünlüğünün önüne geçen kavram “din bütünlüğü” olmuştur. Sonraki dönem yazarlarından kitapta ismi geçen Raşid Rida’da ise Arapçılık daha fazla öne çıkmakla birlikte, amaç yine İslam ümmetinin yeniden canlanmasına hizmet etmek olmuştur. Suriyeli Abdülrahman El-Kavakibi’nin yazılarında ise, Araplar ve Türkler arasındaki farklılıkların üzerinde daha fazla durulduğu belirtilmektedir.

Davişa, 1916 yılında yaşanan Arap isyanının zayıf karakterine vurgu yaparak, bu dönemde Arap halkının “İslam’ın koruyucusu” olarak gördükleri Osmanlı İmparatorluğu’na bağlılıklarını farklı yazarlara referans vererek kanıtlamaya çalışmaktadır. Burada vurgulanan noktalar, Arap milletine bağlılığın dine bağlılıktan daha önde geldiği ve geçmişte peygamberin de bir Arap olduğu şeklinde açıklamalara dayanan Faysal’ın Suriye’de tam anlamıyla başaramadığı dine dayalı Arapçılık fikrinin, genel anlamda bütün Arapları kapsama konusunda yetersiz kaldığıdır. Kitap, Arap milliyetçiliğinin temellerini atan şahsiyetlerde ise, ümmetçiliğin siyasal bir Arapçılık düşüncesinden çok daha fazla ön plana çıktığını söylemektedir.

Davişa’nın kitap boyunca en fazla üzerinde durduğu şahsiyet, 1920 yılında Suriye’den sürülmesinden önce Kral Faysal’ın eğitim sisteminin reformu için atadığı ve 1921 de Irak’a giderken yanında götürdüğü Satı El-Husri’dir. Yazar, Arap milliyetçiliğine asıl derinlik getiren ve Arap milliyetçiliği teorisini Irak’ta uygulamaya koyan kişi olarak Satı El-Husri’yi sunmaktadır.

Kitabın bir bölümü tamamen Satı El-Husri’nin Irak’taki faaliyetlerine ayrılmıştır. Davişa, diğer yazarlara da atıf yaparak, Satı El-Husri’nin Arap milliyetçiliğinin gelişimine en çok katkı sağlayan şahıs olduğunu söyler. Fransa ve Almanya örneklerinden yola çıkarak her iki ulusun milliyetçilik anlayışını karşılaştıran yazar, tarihsel gelişimlerine bağlı olarak ortaya çıkan Fransa ve İngiltere milliyetçiliklerinde devletin ulustan önce geldiğini, bununla birlikte Alman milliyetçiliğinde kültürün ön plana çıktığı bilgisini vererek, El-Husri’nin milliyetçilik anlayışının Alman milliyetçiliğine daha çok uyduğunu söyler. El-Husri’ye göre Almanlarla Araplar arasındaki ortak yön olan “kültürel milliyetçiliğin” sebebi Almanların da 19. yüzyılın son çeyreğine kadar devletleşmemiş olmalarıdır. El-Husri de, Faysal gibi, laik bir milliyetçilik anlayışına sahiptir. Buna göre, El-Husri, Arap dili ve tarihinin, peygamberden önce de zaten var olduğundan ve Arap Hristiyanlarını da kapsadığı düşüncesinden hareketle, İslam ümmeti kavramını dahi Arap ümmeti kavramıyla değiştirmiştir. Ancak yazar Davişa, El-Husri’yi bir eğitimci olarak milliyetçilik propagandası yapmak uğruna tarihsel olayları değiştirmiş olmakla ve tarihi milliyetçiliğe hizmet ettirmekle suçlamaktadır.

1920’ler ve 1930’lu yıllar Arap milliyetçiliği için gelişmenin çok yavaş yaşandığı yıllar olarak kalır. Irak’ı Arap dünyası için Arap milliyetçiliğinin merkezi konumuna yerleştiren El-Husri, bunu başarabilmek için en uygun yerlerin gelecek nesillerin yetiştirildiği yerler olan okullar olduğuna inanmaktadır. Bu yüzden de kendi doğrularına sahip olan bu eğitim sisteminde vurgu hep Irak milliyetçiliği ve Arap milletinin birliğine yapılmıştır. Davişa, eğitim sistemini ideolojileştirerek Abbasi dönemine yapılan vurgunun abartılması ve Osmanlı İmparatorluğu’na çok az yerilmesi dolayısıyla El-Husri ve kadrosunu eleştirmektedir.

Yazara göre Arap milliyetçiliğinin gelişebileceği üç ülke Irak, Suriye ve Mısır olmasına rağmen bu konuda aşılması gereken pek çok sorunla karşılaşılmıştır. Irak ve Suriye de mezhepçilik, bölgecilik ve aşiretçilik davranışları kapsayıcı bir Arap milliyetçiliğinin önüne geçmiştir. Mısır’daki sorun ise özellikle ülkedeki edebiyatçılar ve Saad Zaglul gibi siyasetçiler tarafından Mısır’ın dil ve din bağlılığı ile Arap olarak değil, daha çok bir Avrupalı olarak görülmüş olmasıdır. El-Husri’ye göre, Irak ve Suriye’den daha fazla geleceğin Arap milliyetçiliği için ümit bağlanan Mısır’ın düştüğü bu durum bir hayal kırıklığıdır.

Yazar 1930’larda kendi iç sorunları ile boğuşmakta olan Arap ülkeleri için, Filistin’e Yahudi göçünün artması ve 1936-39 Arap isyanının gidişatı değiştirdiğini söyler. Ayrıca, çok sayıda kişinin ölümüne yol açan isyan sırasında Arap ülkelerinde toplanan yardımlar ve Filistinlilerin kaygılarına karşı duyarlı olan Arapların Arap milliyetçiliği kadar jeostratejik ve ekonomik kaygılarının da olduğu belirtilmektedir. Arap ülkelerinin, 1939 yılında Arap isyanının bastırılması için Londra’da Yahudi ve İngilizlerle yapılacak olan görüşme öncesi Kahire’de bir araya gelmesinin, bölge ülkelerinin bir araya gelerek ortak karar alması ve dayanışmanın sağlanması açısından oldukça önemli olduğu vurgulanmaktadır.

1940’lı yıllarda bölgesel ve dinsel bağlılıklar halen Arap milliyetçiliğinden daha güçlüydü. 1945 yılında Mısır’ın liderliğinde kurulan Arap Ligi, Arapları birbirine bağlayan bağların varlığını kabul etmekle birlikte aynı zamanda her bir devletin egemenlik ve bağımsızlığının da kabulü anlamına geliyordu. Yazarın burada yaptığı önemli çıkarım, Arap Birliği’nin olumlu bir adım olmakla birlikte egemenlik kavramına yaptığı vurgu ile muhtemel bir birleşmeyi de engellemiş olduğu yönündedir.

Yazarın kitap boyunca vurguladığı önemli noktalardan biri diğeri de, kendisine verilen yüksek payeye rağmen Mısır’da, Mısır milliyetçiliğinin her zaman Arap milliyetçiliğinin önünde olduğu yönündedir. Kendi iç problemleri zaten oldukça fazla olan Mısır için, Arap ülkeleri ancak karşılaşılacak olan bir sorun karşısında yardım almak için başvurulabilecek oluşumlardır. Mısırlıların asıl odaklandığı nokta ise 1930’lardan itibaren ülkede giderek artan İngiliz varlığıydı. 1952 darbesi sonucu Mısır’ın siyasi ve ekonomik gelişmesi daha öncelikli oldu. Sınır aşan girişimler ve Sudan’a olan ilgisinde dahi, “Nil vadisinin birleşmesi” gibi yine bir iç meseleyle bağlantı kuruldu. Yazar, El-Husri’den farklı olarak, Cemal Abdül Nasır’ın Arap milliyetçiliğini bir araç olarak gördüğünü ifade eder. Nasır için asıl öncelik, emperyalist güçlere karşı bölgenin birlikte hareket etmesidir ve bu yüzden Batı’ya karşı tek başına savaşamayacak olan Mısır’ın Arapları yanına alması gerektiği için Nasır, Arap milliyetçiliğine yönelmiştir. Kitapta ayrıca Mısır’ın sadece siyasi ve ekonomik anlamda değil, kültürel ve sanatsal alanlardaki atılımlarına da dikkat çekilmektedir. Diğer Arap ülkelerinde dağıtımı yapılan gazeteler, radyo yayınları ve Araplar içinde en fazla rağbet gören sinema endüstrisine sahip olunması da Mısır’ın bölgedeki ününü artırmıştır ve artık bir idol haline gelen ve Nasır’a hitaben de şarkıları olan şarkıcı Ümmü Gülsüm bu kültürün yayılmasında en önemli hizmetleri olan kişilerden biri olmuştur. Davişa, Mısır’ın sahip olduğu bu potansiyele rağmen bunu yürekten istemediğini ve faydacı olarak yaklaştığını da eklemektedir.

Yazar Arap milliyetçiliğinin en popüler olduğu yıllar olan 1950’lerdeki önemli olaylara örnek olarak 1955 Bağdat Paktı’nın kurulması, 1956’da yaşanan Süveyş Krizi ve 1958 de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasını göstermektedir. Ancak Nasır, Bağdat Paktı’na katılmamış ve alternatiflerini kamuoyuna göstermek amacıyla Suriye ile ittifak kurmuştur. Nasır, Araplara Batı’dan bağımsız olunabileceğini göstermek amacıyla üçüncü dünya ülkeleri ve Sovyetlerle yakınlaşmıştır. Mısır’ın Çekoslovakya ile yaptığı silah anlaşması da Batı için kaygı verici olmuştur. Ayrıca Arap devletlerinin halkları, Mısır’ın yaptığı bu anlaşmayı sadece Mısır’ın değil tüm Arapların savunmasını güçlendirdiğini düşünmeye başlamıştır. Bu anlaşma Batı emperyalizmi ve İsrail’e karşı Araplar tarafından kazanılan bir zafer olarak adlandırılmıştır.

1956 yılında yaşanan Süveyş krizinde ABD’nin destek vermemesi sonucunda Fransa, İngiltere ve İsrail’in işgaline karşı kazanılan zafer, Arap dünyasında Nasır’ın ününü daha da artırmıştır. Arap halklarının kriz süresince Nasır’a verdiği destek kendi liderlerinin de Nasır ile aynı politikaları izleyerek bu devletlerle ile ilişkilerini kesmesi sonucunu doğurmuştur. Aynı durum, Bağdat Paktı içinde yer alan ve Nasır karşıtı olan Irak Başbakanı Nuri’nin dahi halkın baskısı karşısında İngiltere’ye karşı gösterdiği tepkide görülmüştür. Süveyş Kanalı’nın millileşmesi, Arapların gözünde o derece etki bırakmıştır ki El-Ümmetül Arabiye min El- Muhitül Atlasi ila El-Halicül Arabi (Atlas Okyanusundan Arap Körfezine Arap Milleti) kavramı giderek daha sık kullanılmaya başlanmıştır. Nasır’a gösterilen bu ilgi, Kahire’nin, birlik isteyen Arapların gözünde hedef bir haline dönüşmesine neden olmuştur.

Yazar, Nasır tarafından şüpheyle karşılanan ve Suriyeliler için içeride birliğin sağlanmasını amaçlayan Suriye’nin Mısır’a yaptığı birleşme teklifini heyecan verici bulmamaktadır ve bu teklifin duyulan korku sonucu ortaya çıktığını söylemektedir. Ayrıca, iki ülke arasındaki ekonomik farklılıklar ve çok partili sisteme sahip olan Suriye’nin Mısır’dan farklı olan idari yapısı, birbirine sınırı olmayan bu iki ülke için birleşmenin önündeki başlıca engeller olarak gösterilmektedir. Davişa, büyük çabalar sonucu ikna edilen Nasır’ın birleşmeyi kabul etmesinin ardından özellikle Suriye de yaşanan sevinç ve Irak Devrimi’nin ardından Iraklılar tarafından da Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılma isteğini Arap milliyetçiliğinin ulaştığı doruk noktası olarak görmektedir. Buna karşın, 1958 yılında Ürdün ve Irak’ın “Büyük Arap İsyanı”nı sahiplenerek kurmaya kalkıştıkları alternatif Arap Federasyonu ise kendi halkları tarafından dahi yeterince destek görmemiştir.

Ömrü üç yıl süren Birleşik Arap Cumhuriyeti, Mısırlı bürokratlara atamalarda gösterilen iltimas, Baas tarafından ortaya atılan eleştirilerin artması, ekonominin kötüleşmesi ve bunlara ek olarak merkezi ve tek otorite olmaktan vazgeçmeyen Nasır yönetimine karşı sorunların su yüzüne çıkması ile dağılmıştır. Arap milliyetçiliği yaralanmış bir şeklide devam etse de, Nasır’ın uğradığı bu hayal kırıklığı diğer Arap liderleri için güçlerinin artması anlamına geliyordu. Bu dağılma ile artık zihinlerde kavmiye kavramına karşı duyulan güvensizlik artmış ve Arap devletlerinin egemenliğinin ön plana çıktığı vataniye kavramı yer etmeye başlamıştır.

Yazar, 1967 yılında 6 gün sonunda Arap ordusunun yenilgiye uğramasını, Arap milliyetçiliğinin artık “Arapçılığa” dönüşmesindeki köşe taşlarından birisi olarak adlandırır. Halklar, hala Arap dünyasının bir parçası olarak kendilerini algılamaya devam etmekle birlikte, kazanan yine vataniye olmuştur. Savaş sonrası yenilgiye uğrayan Arap devletlerinin gündemi artık içeride ekonomik toparlanma ve ideal bir tek devlet altında birleşmek yerine “önce vatan” anlayışının öne çıkması olmuştur. 1970 yılında Nasır’ın ölmesi ile halefi Enver Sedat’ın iktidara gelmesi, Mısır’da bu eğilimi daha da artırmıştır. Yazar, giderek kültürel bir Arapçılığa dönüşen milliyetçiliğin zayıflığını göstermek için, 1982 yılında Lübnan’ın İsrail tarafından işgal edilmesi karşısında Arap şehirlerinde yaygın halk gösterilerinin yapılmamasını örnek olarak göstermektedir. 1967 sonrası Filistinlilerin kendi milliyetçiliklerinin inşa etmeye yönelmesi, Irak’ın İslam öncesi “şanlı” tarihini ön plana çıkarması ve radikal İslami kimliklerin İran devriminin de katkısıyla giderek merkeze doğru kayması gündeme gelmiştir.

Davişa, 1967 savaşı sonrası artık eski gücü kalmamış olan Arap milliyetçiliğinin düşüşü için bazı sebepler saymaktadır. Bunlardan birincisi 1960’lardan sonra ülkelerin bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte “emperyalist ötekinin” ortadan kalkmış olmasıdır. Diğer bir neden ise Arap milliyetçiliğini bir Sünni projesi olarak gören Şiiler ve Kürtler için bu milliyetçiliğin hala kabul edilebilir görünmüyor olmasıdır. Aşiret, din ve mezhep, Arap milliyetçiliğinin önüne geçmiştir. Arap milliyetçiliği için diğer bir rakip ise Radikal İslam olarak gösterilmektedir. Ayrıca Irak ve Suriye’de 1970’lerden itibaren kavmiye düşüncesinden vazgeçilmemekle birlikte vataniyenin daha ön plana çıkması ve ülkenin kendi ihtiyaçlarının öncelik haline gelmesi de bu duruma katkı sağlamıştır. Mısır’da ise Enver Sedat döneminde ülkenin isminin değiştirilmesi ve İsrail ile yapılan barış anlaşması gibi gelişmeler bu ülkede de giderek iç politikanın öne çıktığını gösterir. El-Husri, Nasır ve Eflak gibi önemli şahsiyetler İslam’ın Arapların ortak yönlerinden biri olduğunu kabul etmekle birlikte, onun Arap milliyetçiliği altında yer alması gerektiğini savunmuştur. Yazarımız da İslamcılar için en büyük rakibin laik milliyetçiler olduğunu savunmaktadır. Burada yazar tarafından vurgulanan bir diğer önemli nokta ise Arap milliyetçiliğinin niye bu kadar kolayca diğer ideolojiler tarafından altüst edilmiş olduğudur. Bu soruya verilen cevap, bu ülkelerde liderlerden bağımsız kurumsal dönüşümün gerçekleştirilememiş olması nedeniyle, liderden bağımsız işleyemeyen sistemin tehlikeye açık hale gelmesidir. Milliyetçilikler otoriter rejimler altında en görkemli günlerini yaşamıştır. Özgürlük kavramına ise bireysel özgürlük olarak değil emperyalizme karşı verilen mücadele olarak bakılmıştır. Davişa, milliyetçiliğin, her ne kadar 20. yüzyılın sonunda artık hayal bile olmaktan çıkmış olsa da aslında pek çok faydayı da ardında bıraktığını söyler. Bunlar, milliyetçilik duygusunun, ekonomik ve sosyal bakımdan bağımsız devletlerin ortaya çıkması, Arap bilincinin ve güven duygusunun gelişmesi ve Arapların tarihlerine geri dönüş için bir motivasyon oluşturması olarak açıklanır.

Davişa’nın, Arap Milliyetçiliği Zaferden Umutsuzluğa kitabında kullandığı dil her ne kadar objektif olmaya çalışsa da Arap Milliyetçiliğine eleştirel olarak baktığı ve geçmişte çok güçlü olan bu ideolojiye fazla güven duymadığı anlaşılmaktadır. Yazar, bu kavramın dönemsel olduğu ve bir araç olmaktan öteye geçemediği izlenimini vermektedir. Milliyetçiliğin ideologlarının ve liderlerinin dahi aslında siyasal bir birleşmeden çok pragmatik nedenlerle bu kavrama yöneldiği ve ‘vataniye’nin ‘kavmiye’den daha fazla benimsendiği kitap boyunca vurgulanmaktadır. Kitabın bazı sayfalarında birinci kaynaklardan çok ikinci kaynaklara referans verilmesi eksiklik olarak sayılabilecek olan noktalardan biri olmakla birlikte, konuya yaklaşımın bütünlük arz etmesi bakımından bu kitap Arap milliyetçiliği konusunda oldukça faydalı bir başvuru kaynağı niteliğindedir.

7 Ağustos 2010, Cumartesi
Serpil Açıkalın

(Kitap İncelemesi) Hamas

Yazar: Bora Bayraktar
Yayıncı: Karakutu Yayınları
Basım Yeri: İstanbul
Yayınlanma Tarihi: 2007

İsrail-Filistin çatışması, Ortadoğu’nun kalbinde 50 yılı aşkın bir süredir derin bir yara olarak var olmaya devam etmektedir. Bu süreçte, art arda gelen savaşlar ve gerek komşu ülkelerin müdahalesi gerekse Soğuk Savaş öncesi ve sonrası dönemde süper güçlerin müdahaleleri sonucu konu küresel bir boyuta da taşınmıştır. Devam eden mücadele boyunca Filistin tarafında “direnişçi” sıfatıyla ortaya çıkan bazı aktörler ve bu aktörlerin İsrail ile ilişkisi düz bir çizgi izlememiş, inişli-çıkışlı ve her iki taraf için de çok sayıda insanın hayatına mal olan bir sorun olarak devam etmiştir. Bu aktörlerin başında El-Fetih ve özellikle son 20 yıldır faal olan Hamas gelmektedir.

ATV Dış Haberler Editörü ve aynı zamanda Marmara Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları doktora öğrencisi olan ve bölgede uzun süre bulunma şansını yakalamış olan Bora Bayraktar tarafından yazılan ‘Hamas’ adlı kitap, özellikle konuya genel anlamda bakmak isteyenler ve son dönem olaylarını takip etmek isteyen kişiler için uygun bir kaynak sunmaktadır. Bu anlamda eserin bir tür giriş kitabı niteliğinde olduğu söylenebilir.
Kitap beş bölümden oluşmaktadır. Yazar, giriş bölümünde 12 Kasım 2004 tarihinde ölen Yaser Arafat’ın ardından Filistin halkının gösterdiği tepkiyi ve bu “zamansız” ölümün ardından ortaya çıkacak olan alternatif liderleri okuyucuya aktarmaktadır.

Filistin’den Hamasistan’a başlıklı birinci bölümde, 25 Ocak 2006 tarihinde yapılan seçimlerde sandık başına giden Filistinlilerin niçin ağırlıklı olarak El-Fetih yerine Hamas lehine oy kullandığı sorgulanmaktadır.
Arafat’ın ölümü sonrası yüzde 62’lik bir destekle 9 Ocak 2005’te Başkan seçilen Mahmud Abbas’ın, “barışçı direniş” ve İsrail ile masaya oturma planları dönemin İsrail Başbakanı Şaron ve ABD Başkanı Bush tarafından çok sıcak karşılanmamıştı. Ancak yazarın da ifade ettiği gibi barış konusunda ümitsiz olan sadece ABD ve İsrail liderleri değildi. Filistin halkı da ikinci intifada sonrası barışa dair tüm ümitlerini yitirmişti.

Hamas ise seçimlere katılmayı destekleyen ve bu fikri reddeden iki grup arasındaki yoğun tartışmaların ardından seçimlere girme kararı aldı. Yazar, seçim öncesi El-Fetih’in ve Hamas’ın bölgedeki faaliyetlerini ve seçim sonrası atmosferi okuyucuya bizzat bölgede bulunduğu sürece edindiği gözlemlerle sunmaktadır. Bu noktada Hamas’ın kadın kolları başkanı Cemila El-Şanti ile yapılan görüşme ve Gazze İslam Üniversitesi’nde yapılan gözlemler kadınların Hamas’ın galibiyetinde oynadığı rolü okuyucuya sunmaktadır. Ayrıca, “Yüzde 77’lik bir katılım sağlanan ve uluslararası gözlemciler tarafından izlenen seçimler sonrası alınan yüzde 44 lük oy ile iktidara gelen Hamas için sonraki adım ne olacaktır? İsrail tanınacak mıdır ve “terörist” faaliyetler yerini barışçı siyasal hak arama mücadelesine bırakacak mıdır?” sorularına cevap aranmaktadır.

Filistin’de İslami Hareket başlıklı ikinci bölümde ise yazar, Hamas’ın tarihini 1928 yılında kurulan Müslüman Kardeşler hareketi ile başlatmaktadır. Gerek Müslüman Kardeşler ve gerekse Hamas anlatılırken izlenen yol, bu hareketlerde önemli bir rol oynayan kişilerin hayat hikayelerinin okuyucuya kısa bir şekilde verilmesi şeklindedir. Bu sayede olaylar arası bağlantılar ve bu kişilerin oynadığı rol daha iyi anlaşılmaktadır.
Müslüman Kardeşler Örgütü’nün Filistin’e 1945 yılında girmesi ve izleyen yıllarda Mısır’daki siyasi gelişmelere paralel olarak Gazze’deki faaliyetlerinin bazen kesintiye uğraması ve bazen şekil değiştirmesi kitapta detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Döneme ait önemli bir detay da Arafat’ın, İsrail’e karşı Müslüman Kardeşler’e bağlı olarak 1948 Savaşı’na katılmış olması ve uzun yıllar Gazze’de örgütün bazı Arap ülkeleri ve Batılı ülkeler tarafından Arap milliyetçiliğine karşı desteklenmiş olmasıdır. 1967 Savaşı sonrası Arapların uğradığı ağır hezimet, El-Fetih’in Arafat liderliğinde direnişin en güçlü sembolü ve temsilcisi olması sonucunu doğurmuştur. Bu harekete karşı İsrail tarafından arka çıkılan Müslüman Kardeşler Örgütü’nün izlediği yol, El-Fetih’in izlediği yoldan daha farklı olmuştur.

Yazara göre bu tarihlerde iki örgütün birbirinden ayrıldığı en önemli nokta silahlı mücadeleye girişin zamanlamasıdır. O yıllarda Müslüman Kardeşler Örgütü için Filistin’in İslami dönüşümünün silahlı mücadeleden daha öncelikli olduğu görülmektedir. Ancak 1987 yılında gerçekleşen birinci intifada sonrası Örgüt, silahlı mücadele için doğru zamanın geldiğine karar kılmış ve aynı yıl silahlı Hamas örgütün kuruluşunu ilan etmiştir. Kitapta Hamas’ın ‘anayasası’ maddeler halinde verilmekte ve böylece örgütün ideolojisi genel hatlarıyla anlatılmış olmaktadır. Aynı bölümde El-Fetih ve Hamas çatışmalarının başlangıcı, Marc El-Zuhor sürgünü ile Hareket’in liderlerinin dünya kamuoyu tarafından tanınması, Kanlı Cuma ve El- Halil olayları da detaylı bir şekilde anlatılmaktadır.

Hamas’ın Yükselişi başlıklı üçüncü bölümde, büyük umutlarla Eylül 2000’de yapılan Camp David görüşmeleri sonunda yaşanan başarısızlık, bu başarısızlığı izleyen ikinci intifada ve sonrasında gerçekleşen olaylar anlatılmaktadır. Kitapta, İntifada sonrasında İsrail’de Ehud Barak’ın yerine Ariel Şaron’un Başbakan olarak seçilmesi ile şiddetin tırmandığı ifade edilmekte ve 2001 yılında giderek yaygınlaşan intihar saldırılarının, Hamas tarafından ‘militarist bir toplum’ olarak görülen İsrail’e karşı bir ‘direniş stratejisi’ olarak algılandığı yazılmaktadır.(syf.105) Yazar bu noktada intihar saldırılarını gerçekleştirenlerin dört kategoriye ayrıldığını belirtiyor: Birincisi, Hamas ve İslami Cihad eylemlerini gerçekleştiren ‘dinci fanatikler’, ikincisi El-Fetih’e bağlı milliyetçi gruplar, üçüncüsü aile ya da dostlarını kaybeden intikam komandoları ve dördüncü grup işbirlikçi olmadığını kanıtlamak isteyen ve ‘kandırılan’ gençler. İntihar bombacıları ve saldırılarda kullanılan Kassam füzelerine de detaylı olarak yer verilen bu bölümde, 2003 yılında dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron tarafından alınan Gazze’den çekilme kararının akabinde gerçekleşen olaylar anlatılmaktadır. Yazar, Şaron’un, Şeyh Ahmed Yasin ve Abdülaziz Rantisi suikastlerini partisi Likud ve halk tarafından gelecek tepkileri azaltmak amaçlı yapıtırdığı şeklinde yorumlamaktadır.

Kuşatma Altında Bir Hükümet başlıklı dördüncü bölüme yazar, Hamas içinde önemli bir konumda olan Dr. Mahmud Zahhar’ın “İsrail devletini asla tanımayacağız” (syf. 173) cümlesiyle başlıyor. Ayrıca bu bölümde, 25 Ocak 2006 seçimlerinde en yüksek oyu alan Hamas’ın nasıl bir yönetim tarzı izleyeceği konusunda Dr.Mahmud Zahhar ile yapılan görüşmeye yer veriliyor. Hamas’ın seçimler sonrası ilk ziyaretini Türkiye’ye yapması, ancak bu görüşmeden istediği sonucu alamaması ve dış destek konusunda İran ve Hizbullah’tan büyük destek aldığı da vurgulanmaktadır. Yazar, bu noktada İran’ın, izlediği politika ile kendi çıkarlarını gözettiğini ancak Hamas’ın bu işbirliği sonucunda kendi geleceğini riske attığı yorumunu yapmaktadır. Batı Şeria’dan çekilme planı söyleminin sonrası 28 Mart’ta Başbakan olan Olmert ile aynı zamana denk gelen İsmail Haniye’nin hükümetinin ilan edilmesi, İsrail devletinin tanınıp tanınmayacağı sorusunun tekrar sorulmasını da beraberinde getirmiştir.

Son Darbe başlıklı beşinci bölümde Hamas’ın El-Fetih ile giriştiği mücadele, İsrail baskısı ve uluslararası toplumun uyguladığı kısıtlamalar sonucu zor durumda kalması, 2005 yazında İsrail tarafından gerçekleştirilen Yaz Operasyonu sonrası yapılan misilleme ve Hizbullah tarafından iki İsrail askerinin kaçırılması ile patlak veren Lübnan Savaşı anlatılmaktadır. İç ve dış baskıların giderek artması ile geri adım atmaya zorlanan Haniye hükümetinin 26 Kasım 2006’da İsrail’e roket atışlarını durdurmasının ardından erken seçim hazırlığında olduğunu basına sızdıran Mahmud Abbas ve İsmail Haniye arasında karşılıklı açıklamaların başlaması, aynı zamanda silah bırakarak iktidara gelen Hamas hükümetinin yolun sonuna geldiğini de gösteriyordu.

Noktası Olmayacak Son başlıklı son bölümde yazar, genel olarak kitapta anlatılanları toparlayarak Hamas’ın İsrail ile yaşayıp yaşayamayacağı sorusunu tekrar soruyor. Burada yazarın verdiği cevap “İslami bir vakıf” olarak kabul edilen tarihi Filistin’in bölünmesini kabul etmeyen Hamas’ın pragmatik bir politika izleyemeyeceği şeklindedir.

Yazar Bora Bayraktar, bu kitapta, 20. yüzyılın bu önemli hareketini tarihsel detaylarıyla verme başarısı göstererek Mart 2007 tarihine kadar gerçekleşen olayları anlatırken kaynak olarak bölge yazarları, yabancı yazarlar ve uluslararası haber ajanslarını kullanmıştır. Ayrıca yazarın Hamas liderleri, Gazze İslam Üniversitesi öğrencileri ve İbrani Üniversitesi’nde okurken intihar saldırısı sonucu sakat kalan İsrailli İnna Suzmai ile yaptığı röportajlar kitabın içeriğini çok büyük ölçüde zenginleştirmiştir.

Kitabın okuyucuya sorduğu ve yanıt aradığı temel sorular, Hamas’ın bir direniş mi yoksa bir terör örgütü mü olduğu ve İsrail ile Hamas’ın birlikte var olmasının mümkün olup olmadığıdır. Bu soruların cevabını verebilmek için konunun tarihi arka planı, 2006 Ocak ayında Hamas tarafından kazanılan seçimlerin öncesi ve sonrası detaylı olarak bilinmelidir.

Kuramsal yaklaşımlara kitapta fazla yer verilmemiş olmasına rağmen, yazarın gazetecilik mesleğinden gelen konuları akıcı bir şekilde anlatma özelliği, okuyucunun aslında karmaşık ilişkiler ağı olan bu bölgesel konuyu rahatlıkla öğrenmesini sağlamaktadır.

7 Eylül 2010, Salı
Serpil Açıkalın

(Kitap İncelemesi) Türkiye’nin Ortadoğu Politikası

Yazar: Erdal Şimşek
Yayıncı: Kum Saati Yayınları
Basım Yeri: Istanbul
Yayınlanma Tarihi: 2005

Özellikle son dönemde tekrar gündeme gelen Türkiye’nin, geçmişte Osmanlı devletinin sınırları içinde yaşamış ve 20. yüzyılın başında İngiltere ve Fransa’nın hâkimiyeti altına girmiş olan komşuları ile ilişkiler nasıl kurulabilir ve gelecekte bu ilişkilerin boyutu ne olacak? sorusunun cevabını bulma konusunda yazılan kitapların azlığı, Türk okuyucusu için yararlanılabilecek kaynak sıkıntısını ortaya çıkarmaktadır.

Genel olarak bakıldığında, Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkilerinde kullanabileceği araçları diplomatik, ekonomik, askeri ve son dönemde etkisi artan yumuşak güç olarak sınıflandırabiliriz. Bu seçeneklerin uygulanma derecesi, ülkesel ve dönemsel koşullar bağlamında değişkenlik arz etmekle birlikte, gelecek için yapılacak değerlendirmelerde, geçmişte ülkeler arasında yaşanılan tarihsel süreç belirleyici olmaktadır.

Yazar Erdal Şimşek, Türkiye’nin Ortadoğu Politikası adlı kitabında, Cumhuriyet öncesi dönemden başlayarak Recep Tayyip Erdoğan dönemine kadar geçen süre içinde Türkiye’nin bölgedeki konumunu ve Türk-Arap ilişkilerinin seyrini ele almaktadır.

Yazar kitabın ilk bölümünde, Türk-Arap ilişkilerini İslam öncesi dönemden itibaren açıklayarak, Emeviler Dönemi ve sonrasında Türk-Arap dayanışması, Osmanlı topraklarında yaşayan Arapların konumu ve Osmanlı döneminde Arap diline yapılan katkılara vurgu yapmaktadır. Şimşek, Arap halkının Osmanlı Devleti ile birlikte mücadelelerde yaptığı katkılar üzerinde durmakta, buna karşın günümüz Arap aydını tarafından dilendirilen “Osmanlı devletinin Arap dünyasını Batı’dan tecrit ettiği” iddiasını tartışmaktadır. Yazar, I. Dünya Savaşı döneminde Çanakkale’de, Kafkasya’da ve Balkanlar’da, günümüzün Ortadoğu olarak adlandırılan vilayetlerinden savaşa katılanların sayısının 10 binin üzerinde olduğunu söyler. Bununla birlikte, 1916 tarihinde Cemal Paşa tarafından Suriye ve Lübnan aydınlarının şehir meydanlarında idam ettirilmesi ve Şerif Hüseyin’in başlattığı ayaklanma, Selçuklu döneminden itibaren yaklaşık bin yıllık Türk-Arap birlikteliğinde ayrılma noktasına gelindiğinin belirtileri olmuştur.

Şimşek, 1923 yılında Cumhuriyetin kurulmasını müteakip, Türk-Arap ilişkilerinin 1923-1945 arasında yeterince gelişmemiş olmasını, bölgede hâkimiyeti hala devam eden ve ülkelerin bağımsız politikalar izlemesini engelleyen İngiliz, Fransız ve İtalyan varlığıyla birlikte Türkiye’nin izlediği modernleşme ve Batı modeline bağlamaktadır. Bununla birlikte, Suudi Arabistan ile 1930’lu yıllardan itibaren izlenen yüksek seviyeli ilişkiler ve Suudi Arabistan-Yemen savaşı sırasında Türkiye’nin izlediği barışçı politikaların ilişkilerin gelişmesine katkısı, bu duruma bir istisna olarak sayılmaktadır.

Bölümün devamında, Filistin tarihi, Filistin meselesinin ortaya çıkışı ve İsrail’in 1948 yılındaki kuruluş süreci anlatılmakta, bölgesel olan sorunun 1950’li yıllardan itibaren uluslararası siyasi bir konuya dönüştüğü belirtilmektedir. 1956 Süveyş Savaşı, Soğuk Savaş’ın ilk döneminde bölgedeki İngiliz-Fransız nüfuzunun yerini Sovyet-ABD çekişmesine bırakması ve Sovyetlerin bölgedeki etkinliğinin artması bakımından bu yıllar özel bir öneme sahiptir.


Türkiye’nin, Sovyet Rusya’dan gelen tehdit algılamasına karşın 1940’ların ikinci yarısında Amerika ile yakınlaşmasının bir sonucu olarak 1950’lerde İsrail ile ilişkilerinde bir gelişme kaydedilmiştir ve bu iki ülke ile uyumlu bir dış politika izlenmeye başlanmıştır. Ancak Soğuk Savaş’ın başlaması, Süveyş Savaşı gibi bölgede yaşanan gerginlikler ve ABD Başkanı Johnson’ın 1964 yılında Türkiye’yi Kıbrıs konusunda uyarması neticesinde 1965 yılında Mısır ve Türkiye yakınlaşması doğmuş ve iki ülke arasındaki ilk resmi ziyaret ancak 1965 yılında yapılabilmiştir.

Şüphesiz ki bölgeyi en fazla etkileyen olay 1967 savaşıdır. Mısır-Türkiye yakınlaşmasını takip eden yıllarda patlak veren 1967 savaşı öncesi Türkiye, ülkedeki NATO üslerini Araplar aleyhine kullandırmayacağını ifade etmiş ve savaşta Araplara karşı açık desteğini göstermiştir. Kitapta, savaş öncesinde savaşın çıkmaması için gösterdiği çabalar yanında, savaş sonucu Arapların kaybettiği topraklar ve savaş sonrası dönemde İsrail’in 1967 sınırlarına geri dönmesini öngören 242 sayılı kararın BMGK’den çıkması konularında Türkiye’nin gösterdiği hassasiyet vurgulanmaktadır.

Kitabın ikinci bölümü ABD’nin İsrail politikasına ayrılmıştır. Bu bölümde Amerikan yönetiminde İsrail yanlısı ve Arap yanlısı gruplardan bahsedilmekte, aynı zamanda İsrail’in bölgede var olan devletlerin halkları için “ilgi dağıtıcı” bir rolünün olduğu belirtilmektedir. Yazara göre iki süper gücün bölgede var olmasının garantisi, İsrail devletinin varlığıdır. Böylece, bölgede “ne savaş ne de barış politikası” izlenmesi İsrail’in her iki devlet tarafından da korunmasına sebep olmaktadır. Ayrıca 1973 savaşı sonrası yaşanan petrol krizi ile birlikte bölgede barış konusu da gündeme gelmiştir.

Kitabın Barış ve Ticaret- Türk Arap Ekonomik İlişkileri başlıklı üçüncü bölümü, Osmanlı dönemi ve Cumhuriyet dönemindeki ekonomik gelişmeleri ele almaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk-Arap ekonomik ilişkileri, ortaya çıkan merkeziyetçi ve dış dünya ile sınırlı ekonomik bağlara dayanan yapısı içinde sınır bölgeleri seviyesinde işlemiştir. 1970’li yıllarda petrolün önem kazanması ve Türkiye’nin girmekte zorlandığı Avrupa pazarı yerine petrol ithalatına karşılık Arap pazarlarına girmeye çalışmasını Arap sermayesinin ülkeye girmesi izlemiştir. Birinci ve ikinci petrol krizleri sonrası Türkiye’nin bölgeye yaptığı ticaret rakamlarında ve ticaret yapılan ülkelerin sayısında bir artış görülmüştür. Şimşek, bu artışın sebebinin sadece petrol krizlerine bağlanamayacağını, aynı zamanda Türkiye’nin İran-Irak savaşı sırasında izlediği tarafsızlık politikasının da bir payı olduğunu söyler. Savaşın son yılında bölgede, Türkiye ihracatında en önde gelen üç ülke: Irak, Suudi Arabistan ve Libya’dır. Genel olarak Türkiye’nin ithalatında başlıca ürünler Petrol Ürünleri olmuştur. Körfez savaşı sırasında ithalat ve ihracat rakamlarında düşme gözlenmiş ve 1990’ların ikinci yarısından itibaren Avrupa Birliği’nin bölge ticaretindeki payı artmıştır. Yazara göre, bölgeye yönelik gıda, deri, tekstil ve hayvancılık gibi alanlara Güneydoğu bölgesinde daha fazla ağırlık verilmesi ihracatı arttırabilir. Ayrıca Türkiye’nin rekabet gücünün yüksek olduğu otomotiv, elektrik/elektronik, toprak ürünleri ve kimya ürünlerine de öncelik verilmelidir.

Yazar bölümün sonunda Türk-Arap ilişkilerinin gelişimine katkıda bulunan faktörleri aşağıdaki gibi sıralamıştır:

-Arap davasına politik destek vermek,

-Karşılıklı ilişkilerde, Arap dünyasındaki muhtemel farklılıklara karşı nötr kalmak,

-İsrail ile ilişkileri asgari düzeyde tutmak,

-Bütün Arap ülkeleri ile ekonomik ve teknik alanlarda yakın işbirliği halinde olmak,

-Arapların bölgede süper güçlerin hâkim olmaması için Türkiye’nin sarf ettiği çabalara destek vermesi,

-Türk düşmanlığının birçok Arap devletinin “gizli devlet politikası” olmaktan çıkarılması,

-Ege ve Akdeniz de Türkiye’nin tezlerine destek verilmesi,

-Ortadoğu ülkelerinin, dış ticaretlerinde Türkiye’yi partner seçme konusuna öncelik vermesi,

-Arapların su konusunu sorun haline getirmemeleri ve Türk sularına Arap suyu demekten vazgeçmeleri.

Ortadoğu deniliğinde karmaşık yapı ve savaşların yanı sıra akla gelen diğer bir önemli konu ise bölge ülkelerinin karşı karşıya kaldığı su sorunudur. Kitabın dördüncü bölümü su konusuna ayrılmaktadır. Yazara göre, İlk kez 4500 yıl önce savaş nedeni olan su konusunun, BM’in 50 yıllık projeksiyonlarına bakıldığında gelecekte kesin bir savaş nedeni olması beklenmektedir. Buna göre ilk kez 1991 yılında Foreign Affairs dergisinde yayınlanan bir makale, gelecekte Ortadoğu bölgesinin 10 noktasında su savaşları çıkma ihtimalini öne sürmektedir. Bu noktada sorulması gereken soru bölgede su kaynaklı bir savaş çıkması ihtimali var mıdır? Bu soruya evet cevabı verilmesi halinde yazar şu soruların da cevaplanması gerektiğini savunur:

Hangi noktalarda bu savaşlar çıkabilir?

Türkiye’nin rezervleri ve projeleri nelerdir?

Türkiye’nin bu konuda izleyeceği politika nasıl olmalıdır?

Ancak bu bölüm okunurken, bölgede giderek belirginleşen Türk-Arap dayanışmasının unutulmaması ve su konusunda özellikle Fırat-Dicle’nin paylaşılması noktasında son dönemde artan işbirliğinin göz ardı edilmemesi gerekmektedir.

Kitapta, Türkiye’nin, gelecekteki olası bir su sıkıntısı konusunda ciddi bir su politikasının olmadığının altı çizilmekte ve acilen bir Su Bakanlığı kurulması gerektiği vurgulanmaktadır. Türkiye’nin su kaynakları bakımından dünyadaki ilk 20 ülke içinde olsa da kişi başına düşen su miktarı bakımından çok düşük düzeyde olduğunu söyleyen yazar, bölgeler arası dengesiz su dağılımı ve denizlere akan nehirlerin kontrol edilemeyişinin önüne geçilmesi gerektiğini belirtmektedir. Şimşek, kitabında, bölgede su kaynaklı savaşların çıkabileceğine inanan ve inanamayan su uzmanlarının görüşlerine de yer vermektedir.

Türkiye için hayati bir öneme haiz olan GAP Projesi ise özellikle Irak, Suriye ve Ürdün tarafından tepkiyle karşılanmış ve hatta Arap Birliği tarafından Türkiye’ye yönelik uyarı mesajları gelmiştir; Türkiye’nin su konusunu bir silah olarak kullandığı iddiaları gündeme girmiştir. Ancak yazar, aslında bölge ülkeleri içinde olumlu etkisi olduğunu düşündüğü bu projenin tepkiyle karşılanmasını eleştirmektedir. Buna göre, GAP sayesinde Türkiye’nin doğu illerinde özellikle gıda üretiminde sağlanacak artış ile Ortadoğu’ya yapılacak ihracatın Batılı ülkelerden yapılan ithalatı ikame etmesi ve Arap ülkelerine daha ucuza ithalatın yapılabilmesini sağlama ihtimali varken, bu ülkelerin yanlış hesaplar yaptığını söylemektedir.

Erdal Şimşek konuyla ilgili Arap tezlerini yansıtan bir makaleye de kitabında yer vermiş ve bu makaleye dayanarak dengeli bir su politikasının var olabilmesi için çözüm önerileri sunmuştur. Ayrıca yazarımız, Türkiye’nin, Suriye’ye 500 m3/sn’nin altına düşmeyecek olan su akışına söz vermiş olmasını Türkiye’nin bu konudaki samimiyetinin bir göstergesi olarak sunmaktadır.

Bununla birlikte Arap tezlerine bakıldığında, Barış Suyu Projesi’ni de Türkiye ve İsrail’in birlikte hareket ederek Araplara karşı ittifak kurması olarak algılandığı ve uluslararası hukukun Türkiye’ye vermiş olduğu suyun doğmuş olduğu ülke tarafından adaletli olarak kullanılmasına yönelik hakkın Araplar tarafından reddedildiği görülür. Yazar, aynı konuda bölgede var olan 4 adet su kaynağı olan -Fırat, Dicle, Nil, Ürdün Nehri- konusunda, Türkiye’de doğan Fırat ve Dicle ye karşı gösterilen tepkinin niçin Ürdün Nehri’nin İsrail tarafından kullanılmasına karşı gösterilmediğini de sormaktadır.

Kitabın beşinci ve son bölümünde, Türkiye’nin Ortadoğu’daki üç önemli ülke olan İsrail, Suriye ve Irak ile Afrika Ülkeleriyle ilişkileri anlatılmıştır.

Türkiye-İsrail ilişkilerini Türkiye açısından bir denge politikası olarak değerlendiren yazar, İsrail’in kuruluşunu izleyen 1950’li yıllarda, ABD’nin bölgedeki müttefikleri olan bu iki ülkenin, İran ve Sovyet etkisine karşı ilişkilerinin yoğunlaştığı dönemde ülkeler arası istihbarat ve güvenlik konularına ağırlık verdiğini söyler. Bununla birlikte, 1960’ların son döneminden itibaren Filistin konusunda hassasiyetini öne çıkaran Türkiye, 1970’lerle birlikte ekonomik beklentileri doğrultusunda Arap ülkeleri ile yakınlaşmıştır. Ancak bu durumda bile, İsrail ile olan ilişkiler, seviyesi düşük olmakla birlikte, hiçbir zaman kesilmemiştir.

Şimşek, Körfez Savaşı ile ortaya çıkan bölgesel gelişmeleri bir dönüm noktası olarak görmektedir. Körfez Savaşı’nın ardından 1990’larda gelen barış görüşmeleri ile ortaya çıkan süreçte özellikle ekonomik işbirliği arttırılmıştır.

1980’ler aynı zamanda İslami radikalizmin de tehdit olarak algılanmasının güçlendiği ve İsrail-ABD-Türkiye yakınlaşmasında ortak düşmana karşı işbirliğinin arttırıldığı yıllardır. Yazar, bu durumu İsrail’in ortak tehdit algılaması yaratarak bunu bir koz olarak kullanması olarak yorumlamaktadır. Aynı dönemde ortaya çıkan Türk ordusunun modernizasyonu projelerinde de İsrail Türkiye’yi bir pazar, Türkiye ise İsrail’i bir kaynak olarak algılamaya başlamıştır. Doksanlı yıllarda Türk siyasal yaşamında ortaya çıkan en büyük değişiklik olan Refah Partisi döneminde dahi, her ne kadar İsrail konusu Refah Partisi tarafından bir iç politika malzemesi olarak kullanılmış olsa da, ilişkiler artarak devam etmiş, aynı dönemde Serbest Ticaret ve karşılıklı bilgi-araştırmacı ve teknoloji transferini içeren Savunma Sanayi Anlaşmaları imzalanmıştır.

Şimşek, tüm bu gelişmelerin aslında Türkiye-İsrail ilişkilerinin ne kadar vazgeçilmez olduğunu da gösterdiğini söyler. Ancak, yazar, Irak Savaşı’nın başlaması ile Kuzey Irak’ta İsrail’in konuşlanması ve Türkiye için çok hassas olan bu bölgede Barzani ve Talabani peşmergelerinin eğitilmesi, teknolojik imkânların sağlanması ve İsrail’in bölgeye Yahudi nüfusu lehine demografik değişimleri amaçlayan göçleri yönlendirmesinin özellikle altını çizmektedir.

Nispeten daha az sayıdaki sayfada Türkiye-Suriye-Irak ilişkileri ve süper güç ilişkileri üzerine bilgi verme niyetinde olan yazar, Soğuk Savaş ve Körfez Savaşı sonrası içine girilen konjonktürde Türkiye’nin, Suriye ve Irak ile olan ilişkilerinde girilen yeni sürecin boyutlarını da dikkate almak zorunda olduğunu söyler. Geçmişte süper güçlerin etkisi altında gelişen bölgesel politikalar, artık yerini çoklu aktörlere bırakmıştır. Yazar, Suriye ve Irak’ın, Türkiye’nin Kafkasya-Ortadoğu-Balkanlar yakın kara havzasını birbirine bağlayan Karadeniz-Ege-Doğu Akdeniz-Mezopotamya-Basra hattının ve Mezopotamya-Basra ve Doğu Akdeniz kuşağının üzerinde olmasının, bu ülkelerin konumlarını daha da önemli kıldığını söyler.

Yazar, Kafkaslar ve Ortadoğu arasında bölgeler arası sınır hattında dikkat çeken Doğu Anadolu Bölgesi’nde, Körfez savaşı sonrası ortaya çıkan PKK ve su gerginliklerine dikkat çekmektedir; ayrıca, Türkiye’nin, Kafkaslar-Doğu Anadolu-Mezopotamya arasında geçiş niteliğinde olan Suriye ve jeoekonomik bir öneme sahip Irak ile özellikle diplomatik anlamda denge sağlamak zorunda olduğunu da ifade etmektedir.

Şimşek, Kıbrıs-Filistin-Kürt meselelerinin giderek bölgesel hale gelen bir soruna dönüşmesi ile petrol boru hatları ve Rusya’nın petrol stratejileri arasında bir bağlantı kurmakta, tüm bu hesaplamaları dikkate alan bölgesel bir denge politikasının Türkiye için önemini tekrar vurgulamaktadır. Ayrıca yazar, ülkeler ve bölgeler arası denge kurulması amaçlanırken Türkiye, İran-Irak savaşında izlediği tarafsızlık stratejisini devam ettirmeye gayret göstermeli ve Ermeni-Rum Lobisine ek olarak bölgedeki politikalarından dolayı bir Arap lobisinin oluşmasına izin vermemelidir yorumunu yapmaktadır.

Kitapla ilgili verilen bilgiler ışığında gazeteci yazar Erdal Şimşek’in okuyucuya çok az sayfada yoğun bir şekilde bilgi vermeye çalıştığı görülmektedir. Bu durum zaman zaman konu tekrarına ve ilgili ülkelere gereğinden daha az yer verilmesine neden olabilmektedir. Ayrıca yazarın kitap boyunca, Ortadoğu’da su meselesini ekonomik ve askeri konulardan daha fazla öne çıkardığı görülmektedir. Bununla birlikte, kitabın anlaşılır bir dille yazılmış olması ve bölgeyi hem tarihsel hem de günümüz sorunları ile anlatması, okuyucunun kısa sürede bölgeyle ilgili genel bir fikir sahibi olmasını sağlamaktadır. Ayrıca konuyla ilgilenen okuyucuların, Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu’nun Türkiye'nin Arap Ortadoğu'suna Karşı Politikası (1945-1970) kitabını okuması tavsiye edilir.

1 Haziran 2010, Salı

Serpil Açıkalın

12 Kasım 2010 Cuma

(Kitap İncelemesi) Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi

Yazar: Timothy Mitchell
Yayıncı: İletişim Yayınları
Basım Yeri: İstanbul
Yayınlanma Tarihi: 2001


“11 Temmuz 1882’de, Salı günü saat yedide başladı. Tanjore’nin demirli olduğu yerden merceklerimizle olan biteni gayet iyi görebiliyorduk. Bizim gibi daha önce hiç savaş görmemiş siviller için harika bir görüntüydü.” (s.225)

Edward Said tarafından yazılan Oryantalizm kitabı ve sonrasında ortaya çıkan Oryantalizm tartışmaları, geniş ölçüde Doğulu aydınların iltiması ile karşılanmış ve çalışmalarına da yansımıştır. Oryantalist düşüncedeki “Değişmeyen/Durağan Doğu” ve tam aksine “Sürekli Değişen Batı” imgesi aynı zamanda kapalı olan Doğu Toplumlarının değişimini ve bu yolla gelişmelerini sağlamak adına Batı müdahalesinin de kabul edilebilir olduğu sonucunu doğurmaktadır. Günümüzde hala devam eden işgallere baktığımızda bu görüşün Batılı politika yapıcılar üzerinde hala etkili olan bir düşünce şekli olduğu anlaşılır.

Tam da bu noktada geçmişte 300 yıldan uzun bir süre Osmanlı Devleti hâkimiyeti altında kalmış olan Mısır’la ilgili Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi kitabı faydalı bir kaynak olarak karşımıza çıkar. Timothy Mitchell tarafından hazırlanan doktora tezinin kitaplaştırılması ile okuyucuya ulaşan Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi isimli eser, tarihsel bir anlatımdan ziyade sömürgeleşme öncesi dönemi ve doğudaki zihinsel dönüşümü göstermeyi amaçlamaktadır. Kitabın ana teması anlam ve temsil arasındaki ilişkinin ortaya konmasıdır.

Kitap; Sergideki Mısır, Çerçevelendirme, Düzen Görüntüsü, Bedenleri Zaptettikten Sonra, Hakikat Mekanizması, İşin Felsefesi başlıkları altında toplam altı bölümden oluşmaktadır. Yazar, kitabın amacını modern siyasi iktidar biçimlerinin nasıl işlediğini ve bu yeni iktidar biçimleri ile dünyayı anlamanın modern biçimleri arasındaki ilişkiyi araştırmak olarak tanımlamaktadır.

Yazar, 19. yüzyılda Avrupa’da yapılan büyük dünya sergilerini Sergide Dünya olarak adlandırır. Bu bölümde, Avrupa’ya giden Mısırlıların yazdığı eserleri inceleyerek, onların sergileri gezdikten sonra aslında temsilden ibaret olan tüm bu yapaylıkların nasılda gerçekmiş gibi göründüğüne ilişkin düşünceleri anlatılmaktadır. Bu sergilerde pazarlar, saraylar, sokaklar ve tüm emtia betimlenmiştir ve sergiler yoluyla yaratılan efekt bununla sınırlı değildir, aynı zamanda serginin dışında müzelerde ve şarkiyat kongrelerinde, tiyatrolarda, hayvanat bahçelerinde de aynı yöntemle karşılaşırlar. Temsil edilen ile gerçeğin sorgulaması kitapta hem Avrupa’ya giden Arapların, hem de Şark’a gelen Avrupalının gözünden anlatılmaktadır. 1889 yılında yapılan Şarkiyatçılık Kongresi’ne gelen Mısırlılar, temsil edilen Mısır’dan oldukça rahatsızlık duyarlar ve bir anda tıpkı Mısır gibi kendilerini de sergilenir bulurlar. Şark’a gelen Avrupalılarla ilgili ise sergilerde gördüklerinin tecrübesi olarak Şark’a gelmeleri ve gördükleri karşısındaki şaşkınlıkları anlatılır. Şaşırmışlardır, çünkü sergi-olarak-dünyadan çıktıklarını hala fark etmemişlerdir ve ‘teşhir’den ‘hakiki’ye geçtiklerini düşünüyorlardır.

“Şark kendini bir sergi olarak sunmayı reddediyordu ve bu yüzden de anlamdan yoksunmuş gibi görünüyordu.”

Avrupa’ya giden Doğulu yazarların anılarıyla ilgili, 1889 yılında Stockholm de yapılan Şarkiyatçılık Kongresi’ne katılan ve kendini bir “mustarip” olarak tanımlayarak bu kongrede yaşadıklarını anlatan Ahmet Midhat Efendi’nin Avrupa’da bir Cevelan isimli kitabı da bu konuda oldukça önemli bir eserdir.

Mısır’ın sömürgeleşmesi sürecindeki ikinci aşama onun Çerçevelenmesi’dir. Kolonyal güç Mısır’ı çerçevelenmiş bir dünya olarak yeniden düzenleyecektir. Bu bir anlamda kontrollerin yapılmasını, politik ve ekonomik hesaplamaları kolaylaştırılan bir “resme” dönüştürmeyi de amaçlıyordu. 19. yüzyılda köyler ve şehirler ortadan kaldırılarak Kahire yeniden inşa edilirken, yeni caddeler ve sokaklar bir plan görüntüsü verilerek tasarlanmaya çalışıldı.

Şehirlere verilen bu “intizam” sayesinde, aynı zamanda metafizik olan ve kendisinin dışında bu düzeni ortaya koyan “şey”’in dışında bir varlık sayesinde, görünür ama aynı zamanda görünmez olan arasındaki ilişkinin var olduğu ortaya konuluyordu.

Çerçeveler yoluyla sınırlar çiziliyor ve bazı şeyler dışarıda bırakılıyordu. “Temsil” ile “hakikat” arasındaki ayrımlaştırmadan sonra sıra, “içerisi” ve “dışarısı” arasındaki ayrımın yapılmasındaydı. Amaç, Mısır’ın bir ordu gibi kurallara tabii tutulması ve gözetim altına alınmasıydı. Dışarısı içeriyi çerçevelemekteydi. Böylece nüfuz etme, yeniden düzenleme ve kolonize etme gerçekleşmiş olacaktı.

Avrupa’ya giden Mısırlılar toplumların ilerlemiş olması ile sokaklardaki sakinlik ve bağırışsız-çağırışsız, küfürsüz-bedduasız tek saatin geçmediği Kahire sokakları arasında karşılaştırma yaparlar. Bunun için yapılabilecek tek şey vardır: disiplin ve eğitim. Disiplin ve eğitimin verilebilmesi için 19. yüzyılın ortalarında kurulan Lancaster modeline göre düzenlenmiş olan okullarda uygulanan teftiş sistemi ile sağlanan itaat sayesinde öğrencilerin hayatı “düzenlenmiş” olur. Bu düzen tasavvuru sayesinde Mısırlıların hayatı bölünüp işaretlenerek muntazam aralıklarla yerleştirilerek soyut bir düzen yaratılmaktadır.

19. yüzyılın son 30 yılında daha önce yetiştirmek anlamında kullanılan terbiye kelimesi eğitimi ifade etmek için kullanılır olmaya başlar. Bu anlamda terbiye, artık bir şeyin büyümesinin sağlanması değil bireylerin eşgüdümlü bir şekilde disiplinli çalışmasını ifade etmek için kullanılmaya başlanır. Yazar burada içerme, çerçevelendirme ve disipline etme yöntemlerinin eğitime duyulan ihtiyacı arttırdığını söylemektedir.

Çerçevelenen hayatlar içinde denetim altına alınan Mısırlıların, bedenleri denetim altında tutularak görünen ama aynı zamanda görünmeyen bir metafizik iktidara ulaşması amaçlanmaktadır. Artık “daha derinlere nüfuz etmek” gerekmektedir. Yazar, kolonileştiren gücün iktidarını bedensel ve zihinsel olarak ikiye ayırır ve askeri denetim, mimari düzen ve okul eğitimi yöntemlerinin uygulanması ile bedenlerin zaptının gerçekleşmesinin ardından, bu süreci zihinlerin zaptının izlediğini söyler.

Okul eğitimi sayesinde hem bedensel hem de zihinsel denetim sağlanmış olmaktadır. Aynı şekilde yansımalar siyasette de görülmüş ve hükümet etme, liderlik etmek anlamına gelen siyasa kelimesi yerine kişilerin bedenlerinin ve zihinlerinin denetlenmesi anlamına gelen siyasi politika kelimesi kullanılmaya başlanmıştır.

Yazar, düzen ve disiplin anlayışının getirilmesinin nedenleri olarak, kolonileştirdiği kişilerle arasında herhangi bir bağ bulunmayan sömürgeleştirici gücün yönettiği insanlar hakkında bilgi sahibi olarak “yapay bağlar“ kurmak istemesini göstermektedir. Mısırlılar hakkında etnografik araştırmalar yapılarak kişilikleri hakkında yargılara varılır. Mısırlılar kendileri hakkında yapılan araştırma sonuçlarını artık kendileri içinde kullanmaya başlamışlardır ve kendi şahsiyetlerinde görülen ve bu sayede kendilerinin görmeye başladıkları aylaklık, onur ve sevgi eksikliği gibi noktaları öne çıkartarak kendilerini eleştirmeye başlarlar. Hatta artık sömürgeleştirilmeleriyle ilgili dış güçlerden çok kendilerini suçlar hale gelmişlerdir.

Mısırlıların hayatını düzene sokmak için köyler, şehirler, askerler ve okullar disiplin esas alınarak yeniden yapılandırılır. Özellikle okullar, hem bedensel hem de zihinsel dönüşümün gerçekleşebileceği, düzen anlayışının yerleştirileceği yegâne yerlerdir. Aynen plan gibi bu tanzim de farklı bir efekt yaratmaktadır.

Kitapta dil meselesi ve siyasi otoritenin kolonyal devlette doğuşu arasındaki ilişki ortaya konarak hakikat ve iktidar ilişkisi incelenmeye çalışılmaktadır. Dil örneği ile gerçekliğin yerine onun anlamı ve düzenin nasıl konulduğu anlatılmaktadır. Hakikat ise iki gün içinde İskenderiye’nin büyük bir kısmını harabeye döndüren, Britanya’nın 1882 de işgalinden başka bir şey değildir. Ama bu işgal sırasında dahi yaratılan bir efekt vardır: özgüven efekti. Küçük bir ordu tarafından sergilenen silahlarla, Britanya’nın askeri gücü, kullanılan teknoloji ve otorite gösterilmiş olur. Bu otorite aslında görünmez olan ama yinede gerçek olan metafizik bir iktidardır artık.

Yazar kitabın son bölümünde, Mısır’ın işgalinden 10 yıl sonra 1892’de Londra’da yapılan Şarkiyatçılık Kongresi sonrası bir Mısırlı yayıncının “Dünya sanki ikiye bölünmüş” şeklinde yorum yaptığını söylemektedir. Yazarın burada şehrin inşası sırasında yerli şehrin Şarklı kalmasına yaptığı vurguda çok önemlidir. Bu noktada Said’in Oryantalizmi anlatırken kendi kimliğini başkası üzerinden kurma tekniği şeklinde yaptığı tanım ile yazarımızın, kolonyal düzenin kendi zıddını yaratarak ve dışlayarak var olduğunu söylemesi ve Modernite ile kurduğu bağlantı oldukça yerindedir. Tüm bu açıklamalar bizi günümüzde hala tartışılan “öteki” kavramına götürmektedir.

“Modern şehrin kimliğini yaratan dışında bıraktıklarıdır. Modernliği kendi zıddını dışlamasına bağlıdır.”

Son bölümde ele alınan diğer bir kavram olan “geri kalmışlığımız”, Mısır’ın yaşadığı bu süreçte kendi aydınları tarafından bir anlamda sıkça tekrarlanır hale gelen bir itiraf niteliğinde olmakla birlikte, yıllarca sürdürülen sergi-olarak-dünya, düzen görüntüsü, efektler, çerçeveleme, bedenlerin ve zihinlerin zapt edilmesini içeren uzun vadeli sürecin sonunda elde edilen bir başarıdır aslında.

“Nasıl oldu da Şark’ın bir parçası olarak görülmeye başladık?”, “Biz Avrupa’ya Çin’den ya da Magrip’ten daha yakın değil miyiz? ” soruları beyinsel zaptın sonucu, kendiliğinden bir dönüşümün olduğunu ifade etmektedir.

İkili efektlerin yaratılması, zihin-beden, planlanan ve var olan, gerçek-temsil, şeyler ve felsefeleri, maddi olan ve kavramsal olan, göstergeler ve gerçekler…

Bu kitapta aslında çok daha fazlası bulunabilir. Oldukça felsefi bir dilde yazılmış olan Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi’nde, tarihsel plandan uzak ancak belki de daha önemli olan zihinsel plan öne çıkmaktadır. İyi bir Türkçe çeviri yapılmış olmasına rağmen, İngilizce bilenler için kitabın İngilizceden okunması tavsiye edilebilir çünkü iç içe geçen kavramlar ve mesajlar ancak bu şekilde daha iyi anlaşılabilir. Karmaşık yapılandırılması nedeniyle bazı kavramların ancak kitabın sonunda açıklığa kavuşabildiği göz önüne alındığında okuyucunun zevk veren bu kitaba sabırla devam edilmesi tavsiye edilir.

2 Temmuz 2010, Cuma
Serpil Açıkalın

(Book Review) The Mubarak Leadership and Future of Democracy in Egypt

Reviewed by Serpil Açıkalın

Author: Alaa Al-Din Arafat I
Publisher: Palgrave Macmillan, 2009

Among all of the Arab countries, Egypt has a privileged position with its people, history and political life. It was the first country in its region to gain independence from colonial rule and has been the cradle of Islamist politics since the late 19th century. One point of interest is that many issues in the country have given birth to another result: for example, the variety of people has stemmed from the government’s nationalist, socialist and liberal ideologies, and the Islamist politics have resulted in the improvement of oppositional and confrontational culture. Egypt’s choice to have a peace agreement with Israel led to its isolation, but opened other doors for the country such as becoming a leading ally of the U.S. and Israel in its region.

Yet all of these factors have not provided the expected life standard for most Egyptians, and their minds have been confused by the government’s mixed applications of democracy and authoritarianism. While compared to some other Arab countries Egypt can be classified as a country that has more seeds of opposition, independent media and syndicates, it still cannot be considered a democratic country because of its semi-authoritarian structure.

Recently, Egypt has fallen into a discussion about the candidacy of Muhammad El-Baradai for the presidential election of 2011, and there are rumors alleged by newspapers about parties collaborating with the regime against El-Baradai. All of the news coming from Egypt related to the new political atmosphere is much more clear after reading Alaa al-Din Arafat’s book, The Mubarak Leadership and Future of Democracy in Egypt, as he writes in depth about the history and structure of the National Democratic Party (NDP), whose more than three-decade existence deserves to be explored. As an Arab scholar, Arafat gives many details about the Mubarak government’s structure and the mutual relationships among the interest groups in the country ranging from ministries to MPs and businessmen loyal to the regime.

In his work, Arafat states his belief that Egyptian governments have been establishing “party bodies and their parasitic elites” and expect their survival by using their functionalist role. These tools of the regime have been applied since the monarchy in the country. The author says that parties in Egypt, including the opposition, have only been instruments of regimes and they have not been representing an ideology. And of course when we become aware of that approach, it is not so difficult to understand one of the regime’s current pretexts for not allowing the establishment of parties being that the parties do not represent a different ideology. The author also claims that Hosni Mubarak also followed a strategy of dividing the opposition; it was mainly seen in the 2005 presidential elections when Noman Goma ran against the Wafd Party’s Ayman Nour, and it was alleged that the regime promised seats in parliament to Goma in return for him running against Nour to decrease Nour’s votes.

To explain the current NDP structure and political environment of the country, the author begins with talking about the Nasser and Sadat terms and how their ideologies were oriented with the illusion of a multi-voiced society. During the Nasser term, the multiparty system was lifted, and the Liberation Rally (LR) was established in 1953 to provide the continuation of the interest groups’ functioning role. Although Sadat was representing himself as a more democratic leader, Egyptians began to get used to that when their leaders talked about democratic transition they in general intended economic liberalism to be a part of their strategy. The author argues that even when Sadat was encouraging the establishment of platforms and later parties from the mid-1970s on, he was actually not trying to rotate his power; it was the beginning of the country’s semi-authoritarian governing aiming to empower the regime and moderate dissidents. Actually the below quoted words of Arafat explain that logic very well:

…Therefore, the main purpose of Egyptian pluralism is not to move the state all the way over to democratic rule, but to stop at the point of semi-authoritarianism….To conclude that, the NDP is not a real party, nor is it an ideological trend. It represents only those who wish to be linked to the state…(p. 18-19)

The author says that Hosni Mubarak had began his term by claiming that he was different from his predecessors; however, the dynamics and catalysts of the current politics in Egypt still put its protected elites at the center. Moreover, in discussing the NDP’s past and its strategy of approaching elites, Arafat mentions Gamal Mubarak’s rising power in the NDP.

The author says that as a person who does not have an ideology, Hosni Mubarak has chosen some people from the former Nasserist bloc, such as Al-Sharif and Al-Mahgub, to distance himself from his predecessor and recruited some flexible politicians who can adjust themselves to any ideology, such as Wali and Al-Shazli, and businessmen. Yet, according to Arafat, all of these people were mainly chosen to gain the majority’s support for the NDP. Apart from that, Arafat claims that the NDP has no clear program and its members are only looking to increase their interests. Arafat goes further by saying that as the regime blocks peaceful ways of transformation, even a coup d’état or revolution are other alternatives, and warns that if he becomes the next president, Gamal may be more challenged with political reform than his father has been.

In the eyes of the author, semi-liberalized Gamal Mubarak will probably be the inheritor of the presidency. After his occupation of the Party’s Secretary-General position, the neoconservative cadre, which the author refers to as the “Big Eight”, occupied governmental positions to help the succession of Gamal in the future. Surprisingly, veteran traditional politicians of the NDP, such as Wali and al-Sharif, were replaced by businesspeople, and these replacements led to cracks among the factions of the NDP.

As there is no doubt that Egypt was quite affected by the US policies in the region, one of the very interesting parts of Arafat’s book is about the US’ failed projects in the Middle East. It is sure that the most heated word for the Egyptian opposition is ‘stability’, as it has been over-emphasized by the Egyptian regime and has long represented a tacit agreement between Egypt and the US. The author mostly talks about the post-September 11 approach of the US and the reactions of the Egyptian government. While the US’ reform initiatives were not welcomed by Mubarak, the Iraqi regime’s experiment forced Egypt to make reforms in the country, though the author believes that most of these reforms were no more than cosmetic shows. Yet it is also a known fact that Mubarak generally refers to economic improvements when he uses the word ‘reform’.

Arafat emphasizes that the Iraq war in some ways destroyed the American strategy of democratization in the Middle East. First, it led to a change in Egyptian perceptions and increased doubts towards the US. Second, according to the author, the war demonstrated that a similar power vacuum would be repeated in Egypt. Another tactic Mubarak used to convince the US was his warming relations with Israel during the years of US pressure to show again his useful function in the region by referring to the possible relations between Israel and the most likely alternative Egyptian party, the Muslim Brotherhood, if it were to come to power.

Another issue emphasized by the author is the fragmented and weak opposition, which empowers his argument on the nature of opposition under authoritarian regimes. Although he believes that solidarity is needed for the rescue of the country by convincing Mubarak to appoint a vice president and other changes, unfortunately the opposition has not shown a sign of a collective action front to manage change in Egypt and they only play a role of showing a pluralistic appearance in the country. Even the Kifaya Movement with its very exciting beginning could not manage more than kindling a fire to begin a protest culture in Egypt that had been forgotten after the bread protests of the 70s. Yet other movements calling for change also could not go further because of their lack of comprehensiveness stemming from rivalry among party leaders and their exclusive policies towards the Muslim Brotherhood.

The author believes that liberal parties and powers may be an alternative; however, he also accepts that the Muslim Brotherhood is the only rival of the NDP because of its organization, social presence and influence. Although he cites the Brotherhood‘s pragmatic behaviors in the past, he also mentions the real agenda of the Brotherhood for the future. In addition, Arafat gives the Turkish AKP (Justice and Development Party) as an example of integration for the Muslim Brotherhood, but the difference between societies in Turkey and Egypt must not be forgotten. Moreover, these groups do not see similarities between themselves, and although the Egyptian constitution clearly indicates Islam as its primary source, Turkey’s unchangeable constitutional articles indicate the country’s secular structure.

According to Arafat, pro-democracy groups must use the advantages of satellite TVs, the internet, blogs and telephones to organize and to promulgate their demands. Moreover, although the US had negative experiments with Algeria, Hamas and Iraq, Arafat sees the intervention and pressure of the US as necessary for Egypt, but he warns that it must be different from the support of the status quo and should contribute to human rights and democracy in the country.

With his very comprehensive work Arafat manages to give detailed analyses of contemporary Egyptian politics. Although his approach is not so optimistic about the future of Egypt, many of the facts touched in his book help us to understand the current discussions in Egypt. The comprehensive information given about the 2000s makes this an indispensible volume for researchers of Egyptian politics.

about book:
Some things seem to go on so long that we take them for granted. Egypt’s Mubarak regime has that timeless quality, but in truth it nears the end. Presidential elections are scheduled for 2011, if not sooner, and the aged Mubarak will likely step aside. His son Gamal waits in the wings, seemingly alone. But the regime comes under many pressures, both foreign and domestic, to bring democratic reforms and free and fair elections to Egypt. A hereditary succession would be highly suspect, and in all probability destabilizing and illegitimate. Furthermore, as a key Middle East power and crucial US ally, Egypt’s transfer of power has profound implications for the region and must be managed with the utmost care. Meanwhile, the threat of an Islamist regime lurks in the background, as the Muslim Brotherhood has achieved a grudging parity with the weakening Mubarak regime since 2005. The push for democratic reform is thus tempered by the perceived need for stability. Meanwhile, the Egyptian people long for democracy, and the thought of a Gamal Mubarak regime stretching across two more decades is crushing to contemplate.

(Book Review)A Comparative Analysis on Three Hamas Books

Reviewed by Serpil Acikalin

Muslim Palestine: The Ideology of Hamas
By: Andrea Nusse
Harwood Academic Publishers, The Netherlands, 1998

The Palestinian Hamas: Vision, Violence, and Coexistence
By: Shaul Mishal & Avraham Sela
Columbia University Press, New York, 2006

Hamas: Politics, Charity, and Terrorism in the Service of Jihad
By: Mathew Levitt
Yale University Press, 2006

After the death of Yasser Arafat at the end of 2004, a new process began not only for Palestinians, but also for the Middle East region and the whole world. Following the death of Arafat many important events occurred in the governance of Palestine, and Hamas (an acronym for Harakat al-Muqawima al-Islamiyya, Islamic Resistance Movement) has become the most important actor after its victory in the 2006 elections. As the most important social and political movement in Palestine today, which is calling for the destruction of Israel in its charter, Hamas deserves to be mentioned. Although there are many books dedicated to give the deepest knowledge about the movement unfortunately it is impossible to give all aspects of its history in one study.

In this context it is very timely to read the books written by Andrea Nüsse, Shaul Mishal & Avraham Sela and Matthew Levitt mainly because each of these books emphasizes different aspects of the movement. In this study, after short information about each of them there will be comparison between three books.

Andrea Nüsse, the author of the first book, Muslim Palestine: The Ideology of Hamas, is a German journalist, who studied Arabic and history in Hamburg, Cairo, Paris and Oxford.

Nüsse’s book consists of two main parts and is divided into 18 short chapters. Since the “Islamic fundamentalism” concept is simplified in the media and daily life even by the experts, her aim is to stress the nationalist and democratic elements in the ideology of Hamas. In the book she tries to examine Hamas’ system of thought, strategy, goals, ideological foundations, arguments and its religious and western references. As she highlights in the beginning of the book, there is no effort to explain the structure and composition of the Islamist group, and if you are looking for the chronology or stories of suicide attacks by Hamas it is advised to look for another book, because, the attacks are mentioned only once in the 185 page-book.

The main sources of the book, which are used to demonstrate the ideology and political outlook of Hamas are: the Koran, Hadith, and movement’s paper, Filastin al Muslima, and its leaflets. These sources may be considered beneficial to give a general idea but interviews with leaders would also complement the study.

The first part of the book starts with Islamic thought and revival of Islam in the 20th century, and examines the ideology and all motivations of the movement. In this part, Sayyid Qutb is presented as the most important intellectual and theoretician of the Muslim Brotherhood (Hamas was a wing of Muslim Brotherhood). Another thinker, Al Mavdudi provided the blueprint for Hamas to develop a “Jami’a Islami”.

Nüsse is trying to prove the deep-seated conflict between the two parties, Israel and Hamas, partly inspired on the Koran. According to Hamas, although the role of religion in Israeli society was very powerful, in reality according to the Koran they strayed from the right godly path and falsified their religion.

“…This conviction represents a variation of the idea of the unchangingness of human nature which is a characteristic trait of the traditional Islamic world-view.”(p.35)

In contradiction, Nüsse says that the concept of Islamic anti-Semitism, different from Western anti-Semitism, was not based on race or blood but the feeling of anti-Semitism became more visible as a result of the more recent political conflict over the territory.

She also states that Hamas’ view of nationalism differs from Koran and the interpretation of Qutb, and defense of homeland and nationalism seem acceptable according to Hamas’ ideology. However, although the author refers to Koran and Hadith to prove the idea there are some contradictions. She claims that except for Mecca and Medina no other place is mentioned in the Koran, and the specific mention of Palestine as a holy place has emerged more recently. (p. 48) This is not accurate information because in the sura of Isra (17:1) the name of Mescid al Aqsa is mentioned explicitly. Another claim of the author is that Hamas has influenced by Judaism in which the notions of sacred territory and the Promised Land are prominent. (p. 49) There is one point she missed because the Koran already refers to “the sacred and fertile territory” in Sura of Enbiya . (21:71) Some interpretations of Koran say that this territory is today’s Palestine. These examples demonstrate that Nüsse has not fully consulted her source materials: the Koran and Hadith.

The following pages of the book explain other roots of Hamas’ ideology which arose as a reaction to Western domination in the region, the inefficiency of International organizations in responding to crises, the deterioration of the Arab regimes and their leaders who seemingly obey the West.

Moreover, the author sees specific political events such as the Gulf War, the mass deportation of Islamists to South-Lebanon in December 1992 and the massacre of Hebron in 1994 as a factor for shaping of Hamas’ ideology.

According to Nüsse, Hamas’ ideology does not only reflect the Islamic teachings, but also it is a combination of non-Islamic notions such as Christian anti-Semitism, and the Judaic idea of holy territory, both of which are being used in the form Islamic discourse for Jihad duty against Israel and PLO.

Although the book does not mention the organizational/social structure of the movement and has some grammatical errors, it is beneficial for a person who wants to learn more about the ideological bases of Hamas as an introduction.

The other book looking from a different aspect, Palestinian Hamas: Vision, Violence, and Coexistence, was written by two Israeli academics, Shaul Mishal and Avraham Sela, and first published in 2000. The book was re-issued with a new preface after the victory of Hamas in the 2006 elections.

The most striking aspect in the book, instead of stressing the terrorist activities of the movement, the authors are using a moderate approach to Hamas. The book compromises six chapters, focusing on the movement’s roots, institutional structure and social community services. The book begins by explaining of the birth of Palestinian national thought after the 1967 War, and how Hamas conferred an Islamic approach to Palestinian nationalism opposed to the secular and national approach of PLO -Palestinian Liberation Organization-. Hamas combined the jihadist and nationalist beliefs to mobilize the community just as Mujamma (Islamic Center) did in 1973. The book emphasizes that the activities of Hamas were similar to the services of Mujamma in educational, health, social and cultural fields for the aim of Islamisation of the society.

The authors aim to prove that although the doctrine of Hamas is based on dogmas and violence, its decision making process actually has a balance and pragmatism. A sense of political realism and “hear and now” considerations were all the signs of pragmatism.

What is more, Mishal and Sela explain the hierarchical structure of the movement by asking how to find a middle way between the fundamentalist goals and politically adjusting to the PLO on the inside and Israel on the outside. The transformation from informal and interpersonal relationship based on trust and persuasion to hierarchical order leads Hamas to operate in accordance with bureaucratic hierarchy in internal security, military, political activities and preaching.

In the last part of the book it is stated that similar to the position of Egypt today it is not far away for Hamas to be an ally of Israel in the future.

The last book, Hamas: Politics, Charity and Terrorism, in the service of Jihad, was written by Matthew Levitt. As a former FBI counterterrorism analyst and deputy assistant secretary of the Treasury for intelligence and analysis, it is not surprising for him to use the intelligence reports and analyses of FBI and Treasury Department to furnish the reader mostly about the financial background of Hamas.

In the book Levitt’s main argument is that, as a terrorist organization, Hamas gears all of its social, charitable and educational wings to reach its ultimate goal i.e. Israel’s destruction.

In the book Levitt expresses that since the unitary organization has a single leadership, it is not possible to separate the activities of the movement and charitable works. These include hospitals, education centers, sport centers and mosques which are being used in the way of service of Jihad and actually all of them are tools of terror. In this regard he cites to Israeli and American documents to persuade the reader. Moreover, although his argument is based on the terrorist and suicide bombing activities of the movement, it should not be forgotten that Hamas is an offspring of Muslim Brotherhood. And in the first years the aim of Hamas was defined as the “Islamization” of society. Besides the terrorist activities, Hamas’ success in the 2006 elections was a result of its charity activities serving to its “Islamization” goals. Levitt also claims that the enormous cost of operations in the name of dawa is funded via religious and charitable fronts.

The neutrality of the author is in question because it is not an objective book and the tone of Levitt’s language proves his tendency to Israel. However, in detailing the financial sources of military attacks and dawa projects, recruitment of militants, money laundering activities of the movement the book is probably the most comprehensive study in this field.

Hamas is a multi-dimensional organization as being different from other movements in the Middle East. It is associated in minds both with terror and social activities, and according to the approaches of the authors, the studies about Hamas stress different aspects of the movement. Each book focused specifically on one dimension of the organization. While Nüsse stresses mainly ideology and historical roots of the movement, Mishal and Sela comprehensively examined the social aspect of Hamas, and concluded that we must be hopeful about the future of the organization. Finally, through trying to discredit the justification of Hamas, Lewitt’s book aims to demonstrate that the social dimension of the movement does not make it acceptable. It is possible to say that the three books complement each other because they focus on different aspects of Hamas. Thus after reading the three one can get a well rounded viewing of Hamas.

about book:
This review is a comparative analysis on three separate books which offer different perspectives on Hamas.

(Book Review)Democracy and Authoritarianism in the Arab World

reviewed by Serpil Acikalin

Author: Nicola Pratt
Publisher: Lynne Reienner Publishers
Published in: 2007

Review:
In the Middle East, although many countries have electoral systems, as we see from low turnouts, the region's people feel politically alienated because of their lack of confidence in their leaders. The reason for this is that the people predict the inheritance of their leaders in the elections. In the region, particularly after the events of 9/11 and the Iraq invasion, leaders began to be concerned about their future position. Even though there has been a gradual opening since 1980s as a response to the spread of liberal understanding and other developments in the international field, the wave has not led to a change in leaders or clamping down on dissidents in the countries. The change of leaders' minds paved the way for reforms, but the red line of the amendments was not to danger the continuation of their leaderships.

When we look for the reasons for the continuation of authoritarian regimes and failure of democratization in the region some academicians, such as Bernard Lewis and Samuel Huntington, commented on the applications by linking the issue with the incompatibility of Islam and Arab/Muslim culture to Western-style democratic values and they say the religion and culture are underpinning factors for authoritarianism. In her book, Democracy and Authoritarianism In the Arab World, Nicola Pratt looks to answer the questions of why and how authoritarian regimes have survived for many years in the so-called radical/populist/socialist/single party regimes of Iraq, Syria, Tunisia, Algeria, and Egypt. By choosing these five countries and comprehensive concepts like democracy, authoritarianism, and the Arab World, she embarked upon a difficult business from the beginning. In her book, Pratt wants to demonstrate the capacities of civil society organizations in the Arab World by giving a historical and comparative analysis of the above mentioned countries. Arguing there are not only political reasons, Pratt says that there are also social relations rooted in class, gender, religious, and ethnic differences, economic reasons, institutional structures, and individual features for the authoritarian regimes.

The author aims to explain that despite the fact that we have witnessed the existence and spread of civil society institutions such as human right groups, women organizations, or any of other NGOs in the region, they do not necessarily contribute to undermining the authoritarian regimes but in fact may help to consolidate the regimes. In the first chapter of her book Pratt conceptualizes the state-civil society relations and continues in the other chapters to explain the interactions between the civil society and the states. After giving the conceptual framework, Pratt gives a background on the nation state building process and the effects of colonialism in her search for the underpinning factors of authoritarian regimes in a historical context. Five of the chosen countries have a legacy of colonial rule and their structures were created by their former colonial rulers. Here Pratt argues that the colonial period left the countries in a subordinate position in the capitalist system and this constituted a major factor for authoritarianism. In the post-independence period, the regimes co-opted with alliances to maintain their power. The state corporatism was improved with different groups, classes, and individuals in the societies. By providing subordination of corporatist groups, a state-controlled ISI (Import Substitute Industrialization) economy dominated the counties in the post-independence period, and these improvements led to rhetoric of unity rather than pluralism. In the process of corporatist policies, regimes co-opted with workers, peasants, and middle classes instead of the privileged class of ex-European rule. A tacit agreement between the regimes and beneficiaries of the regimes lay down the rights for political participation and the relationship improved between the sides. Pratt argues that not only these factors, but also cultural-historical reasons, also provide a terrain for the consolidation of authoritarian rulers. Pratt says that even the protests of workers and other groups were not to demand more participatory rights but better living standards and economic interests.

In the following chapters Pratt examines the normalization and booster factors of authoritarianism in the post-World War I era. In the populist-nationalist environment of the 1950s and 1960s, construction of new hierarchies in society and role of civil society contributed to the normalization of the hierarchies and was essential for the new structure of society. Previous applications of European rule also undermined respect of the legal system in the minds of the region's people. The social differences and creation of privileged segments of society destroyed the image of European rule and empowered the embracement of post-independence regimes' applications. New nationalist discourse and understanding to resist European rule formed the ideology of civil society in these years. The role of civil society was also crucial for the normalization of authoritarianism through its support for modernization projects. The consent of the regime beneficiaries reaffirmed the systems and in the same period of regime justification states used national modernization projects and different segments of the society -feminists, Islamists, communists, secularists- to embrace nationalist aspirations and anti colonial rhetoric. By providing civil society consensus and paternalistic ideas, regimes were consolidated. The anti-colonial struggle and idea of "us" and "them" also contributed to regimes' survival. Pratt says that the socio-economic demands of the workers organizations linked to the struggle against colonialism and blurred the political demands. For each sample country she defines anti-imperialist and populist policies of the post-independence period. Pratt argues that in the state-building process the countries had similar experiences.

In the following pages of the book Pratt defines the challenges of civil society in the late 1960s and onwards with deterioration of economic conditions together with the defeat of nationalistic ideas. Unsatisfied ISI policies and the intellectual transformation paved the way for reforms in these countries. Multiparty systems in the countries embarked upon through 1970s. together with the parties, professional syndicates, human right groups and resurgence of Islamist movements increased the contentious voices of dissent segments of the society. Pratt presents all these factors as the reasons of challenge against authoritarian powers. The 1967 defeat, distance from Arab socialism and Western alliances led to a departure between the regimes and civil society.

As a response to the changing economic and social conditions of the 1970s and onwards, regimes began to repress dissent activities. Pratt argues that 1980s' political liberalism didn't provide economic relaxation and limited the regimes' economic resources. The Islamists' participation in the political system and their ability to mobilize people through grassroots movements resulted in the repression of many actors in civil society. Different cultural demands and splits in national identities destroyed the corporatist structure of civil society. The regimes played different groups against each other to guarantee their survival and their indistinct position against the growing power of the Islamic activities.

When Pratt asks whether civil society institutions lead to democratization or not she argues that many civil society organizations provide services which are not of interest to their regimes' authoritarian or democratic structures. Differentiated structures and divisions in civil society organizations and their religion, ethnicity, gender, and ideological orientations led to splits; while some have preferred to ally with religious groups, others have been reluctant to do so.

In the last chapter of the book the author touches upon transnational actors, predominantly non-governmental civil society actors. She argues that although the links are not sufficient to change the regimes, they contribute to the improvement of civil society in the authoritarian regimes. Pratt begins this chapter by describing the historical links of the Arab World to the international environment. Islamist groups' informal links to other parts of the world and their pluralist transformation came true in the last decades, but Pratt says that the opening in the Islamist ideas does not necessarily contribute to the democratization process. As Pratt lists in the last chapter of her book, there are many transnational events that affect civil society organizations in the Arab countries. One of these events is solidarity with Palestinians, which particularly came to civil societies' agenda in the second intifada; another event is the antiglobalization and antiwar movement, which has empowered anti-neoliberal institutions and, particularly after the events of 9/11, the U.S.' interventions in other neighboring countries. As Pratt argues, the events mobilize the organizations to participate in common activities and bring them together. As such, different ideologies from different countries find a chance to affect each other and interact through transnational links. She says that the transnational character of the organizations emphasizes the concept of victimization of Muslims/Arabs in the hands of the U.S. and its allies.

Pratt's book gives a comprehensive analysis of the dynamics of authoritarian regimes and the potential for democratization in the region. The book leads us to lateral thinking of the region's countries, but although she aims to make a comparative analysis in her study, the weakest point in the book is that sometimes her style may confuse readers, as they have to jump up from one country in one paragraph to another one in the following paragraph. And the theorist structure of the book leads to a superficial survey of the countries. Despite the weaknesses, the book is a reference for students of Middle Eastern Studies.


about book:
What explains the enduring rule of authoritarian regimes in the Arab world? Nicola Pratt offers an innovative approach to this recurring question, shedding light on the failure of democratization by examining both the broad dynamics of authoritarianism in the region and the particular role of civil society. Pratt appraises the part that civil society actors played in the normalization of authoritarianism in the Middle East, the challenges that new organized groups now pose to entrenched Arab regimes, and the varying ways in which those regimes are responding. She also explores the diversity of conceptions of democracy among nonstate actors. Arguing against the idea that Arab culture is inherently incompatible with democracy - the concept of Middle East "exceptionalism" - she assesses the realistic potential for democratization in the region.

(Book Review)Euphrates - Syria Issue and its Effect to Turkish - Syrian Relationship (Firat Dicle Meselesi ve Turkiye - Suriye Iliskilerine Etkisi)

Reviewed by Serpil ACIKALIN

Author: Timucin Kodaman
Publisher: Asil Yayin Dagitim
Place of Publication: Ankara
Published in: 2007

After Syria gained its independence, its relations with Turkey passed from different stages. In the relationship, two country's neighborliness and common history have costed long tense years and a broken connection. The Turkey-Syria relationship in process of recovery in 2000s became a precedent for Turkey's relations with its other neighbors and two country's economic improvement, building of high level trust led to connection and touristic activities between two people as well.

In his book, Euphrates -Syria Issue and its Effect to Turkish-Syrian Relationship, author Timucin Kodaman handles factors affected the two countries for long years. The book comprises four chapters. In the first chapter of Water and its Strategic Importance, Kodaman talks on the water's role in the establishment of civilizations in the region of Nile and Mesopotamia and highlights that particularly since the last quarter of 20th century, international organizations' decisions on the water policies and share of transboundary water demonstrate the increasing importance of the issue.

In the first chapter titled Water and its Strategic Importance, Kodaman talks on changing amount of water supply in the history increasing demand depending on the urbanization and increase of population. Moreover he says that Tigris and Euphrates also led to conflicts and rivalries between Ottomans and Europeans in history as well as their contributions to improve of civilizations.

In the chapter titled Transboundary Waters in International Law, author gives definitions on rivers and explains different views on the water sharing issue between countries in the international law. In the chapter author says that in the case of Turkey's join to EU, it will be a side of Helsinki agreement and the issue will be important in the Union in future, and he highlights that Turkey must come to an agreement on the issue in the process of membership and on the diplomatic level.

In the third chapter of Euphrates- Tigris Rivers and Turkey and Syria's Water Potentials and Use, author furnishes us with information on birth and passing places of two rivers and countries' water contributions to the rivers. While Iraq and Syria are highly depended on the rivers Turkey's dependence relatively less but within the context of GAP Project, Turkey's need to water has been gradually increasing. Kodaman says that total amount of demands to water from the countries is more than total supply and there is a need to measure the potentials and use of water. While Turkey's aim is to complete 22 dams and 19 hydroelectric plants and improve watering systems as a part of GAP Project planned to be finished in 2010, Syria's dependence on Euphrates, particularly for agriculture and industry, creates a problem for the country. Author argues that both Turkey and Syria's aim is to decrease import of oil by setting up dams, however Syria is concerned of the decrease of water from Euphrates because of Gap Project. Turkey's Peace Water Project introduced in the term of Turgut Ozal and including constructing of pipelines for West-East line and distribution of water was not found acceptance by other countries considered though Turkey would try to affect the region's countries by using water as a tool.

In the last chapter under the title of Turkey-Syria Relations and Water Issue, Turkey-Syria relations are evaluated in historical context and three important cases have been explained by author. These are Hatay issue, support of terrorism by Syria and water issue between two countries. Compare to past years both countries have advanced on the three issues in 2000s. On the water issue, author explains Turkey's agreements and protocols which have been signed since 1920s and he presents Turkey's and Syria's theses on the issue.

Timucin Kodaman's book explains the Turkish-Syrian relations on the basis of water context and it is beneficial to give information about historical process and information on the using of water in international arena. In the appendix section at the end of the book he gives international bases for the use of waterlines and Tigris - Euphrates Chronology. Considering the projections of the author related to Iraq war's effect and long-term solutions for water issue it is unavoidable for Turkey to implement new projects on the issue. The book is advised because of its short analyses on the basic issues between Turkey and Syria.


about book:
After Syria gained its independence, its relations with Turkey passed from different stages. In the relationship, two country's neighborliness and common history have costed long tense years and a broken connection. The Turkey-Syria relationship in process of recovery in 2000s became a precedent for Turkey's relations with its other neighbors and two country's economic improvement, building of high level trust led to connection and touristic activities between two people as well.

In his book, Euphrates -Syria Issue and its Effect to Turkish-Syrian Relationship, author Timucin Kodaman handles factors affected the two countries for long years.