Geçtiğimiz aylarda Türkiye ve Ermenistan arasında da diplomatik bir yakınlaşma aracı olarak kullanılmak istenen futbol maçları, bazen bu amaçtan saparak ülkeler arasında aşırı milliyetçi düşüncelerin esiri haline gelebilmekte ve tıpkı Mısır-Cezayir örneğinde olduğu gibi bir spor müsabakası olmaktan öteye geçerek siyasi gerginlikleri de doğurabilmektedir. Dünya Kupası Afrika Elemeleri'nde gruptaki eşitlik nedeniyle 17 Kasım’da Sudan’da Cezayir ve Mısır arasında ekstra bir maç yapıldı ve hem Mısır hem de Cezayir’den binlerce kişi bu maçta takımlarını desteklemek için Sudan’a akın etti. Ancak Mısır’ın Cezayir karşısında 1-0’lık yenilgiye uğramasının ardından Mısır-Cezayir maçı dostluk mesajlarıyla yapılan bir maçtan ziyade siyasileri, kurumları ve halkları karşı karşıya getiren bir vahamete dönüştü.
Aslında her iki ülke benzer olayları yirmi yıl önceki Dünya Kupası Elemeleri'nde de yaşamıştı ve o dönemde Mısır, Cezayir karşısında galip gelerek dünya kupası için yarışmak üzere İtalya’ya gidebilmişti. Dünya kupası için uzun yıllar devam eden bekleyişten sonra yapılan maçın ardından her iki tarafta da büyük bir infial yaşandı ve aradan günler geçmesine rağmen yaşananlar her iki tarafın gündeminden düşmedi. Yaralananlar, ölenler ve karşılıklı suçlamalar neticesinde yaşanan tartışmalar, spor boyutundan çıkarak siyasetin gölgesinde ilerledi. Mısır’da gerek Mübarek gerekse oğulları tarafından Cezayir’i suçlayan bir takım açıklamalar yapıldı ve iki ülkenin büyükelçileri geri çekildi.
Aslında tüm bu olanlar her ne kadar birkaç hafta öncesinde yapılan bir müsabakanın sonucuymuş gibi görünse de, birbirini rakip olarak gören iki Arap ülkesinde hem kutuplaşmanın varabileceği düzeyi hem de Arap Birliği'nin etkisizliği ve rejimler dolayısıyla suçlanan bir uluslararası Arap kanalının konumunu görmek açısından önemlidir.
Mısır ve Cezayir arasında Kasım ayında oynanan iki maç sadece bu iki ülkedeki kalabalıkları harekete geçirmekle kalmadı, aynı zamanda iki ülke medyasını da karşılıklı suçlamalara yönlendirdi. Maç sonrası yapılan yorumlarda sanki uzun yıllardır her iki ülkede de bir futbol maçının oynanması bekleniyormuşçasına karşılıklı nefret duyguları dile getirildi. Bu müsabakanın öncesinde ve sonrasında siyasilerin açıklamalarının yanı sıra medyanın da anahtar bir rol üstlenerek yangına körükle gitmesiyle birlikte Dünya Kupası elemeleri, neredeyse iki ülkenin birbirine karşı besledikleri hislerin en nihayetinde tüm boyutlarıyla ortaya konulduğu bir biçim aldı. Mısır bayrakları Cezayir sokaklarında yakılırken Mısır televizyonları da kalabalığı kışkırtıcı yayınlar yapıyordu ve bu yayınlar arasında 1973 yılında Cezayir’in de katıldığı Ekim savaşı sonrası İsrail’e karşı yazılan şarkılar da vardı. Böylece bir zamanlar İsrail’e karşı söylenen bu şarkılar yıllar sonra Cezayir’e karşı kullanılmış oldu.
Sudan’da oynanan maç sırasında tribünlerde yerlerini alanlar arasında Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in oğulları Cemal ve Âlâ da vardı. Futbolun popülerliğini hiç yitirmediği Mısır’da Cumhurbaşkanının oğlu Cemal Mübarek futbol sevgisiyle tanınmakta ve maçlardan sonra gol atan futbolcular tarafından başarının kendisine ithaf edildiği bir siyasi kişilik. Mısır’ın Dünya Kupası için finale kalması ise sadece sporda kazanılmış bir zafer olmayacak, aynı zamanda milli takıma yaptığı katkılardan dolayı Cemal Mübarek için de bir başarı sayılacaktı.
Siyasette yer almayan Mübarek’in büyük oğlu Âlâ’ya gelince, geçen hafta Mısır’ın muhalif gazetelerinden El-Şa’ab’da yer alan bir haberde Âlâ’nın üç ay önce Cezayir’e yaklaşık 1 milyar dolarlık askeri uçak ithalatıyla ilgili görüşmelerde anlaşmaya varamamış olmasının yaşanan krizi tetiklediği öne sürüldü. Bu ticaretten Âlâ’nın alması beklenen yaklaşık 100 milyon dolarlık komisyonun bir Fransız firması ile anlaşılmasını sağlayan Cezayir Cumhurbaşkanı'nın kardeşi Said Buteflika’ya gittiği de iddialar arasında.
Hüsnü Mübarek geçtiğimiz Cumartesi günü Şura Meclisi ve Halk Meclisi’nin ortak toplantısında yaşananlara değinerek olayların Mısır halkının haysiyetini zedelediğini söylerken, Mübarek’in oğlu Âlâ da, siyasi olmayan bir kimlikle açıklama yaptığını vurgulayarak, Cezayir tarafından aylardır Mısır’a karşı bir medya savaşı açıldığını söyledi. Ayrıca her iki devletin de Arap olmasına rağmen milliyetçilik üzerinden yürütülen husumette Âlâ’nın söyledikleri Cezayirlilerin düzgün Arapça konuşana dek Arap oldukları iddiasında bulunmamasını dahi içeriyordu. Zaten Mısır’da Cezayirlilere yapılan suçlamalardan biri de uzun yıllar Fransa sömürgesi olan Cezayir’in bir kimlik bunalımı içinde olduğu şeklinde. Cezayir’de Fransızcanın yoğun olarak kullanılmasının yanı sıra, Fransa ve Cezayir arasında geliştirilen ilişkiler ve Fransa’da çok sayıda Cezayirli bulunması da bu kimlik bunalımının göstergeleri arasında sayılıyor. Buradaki vurgu da tabii ki Cezayir’de yeterince ilgi gösterilmeyen Arap dili ve kaybedilen Arap kültürü üzerine. Ayrıca Mısır’ın Cezayirlilere Arap dilini ve kültürünü öğretmek üzere eğitimciler göndermek suretiyle ülkeye yaptığı katkı da öne çıkarılmakta.[1] Aslında bu söylem Arap kültürün sahiplenilmesi ve yayılması konusunda Mısırlılar arasında yaygın olan bir görüşün de göstergesi. Mesela bir Mısırlı ile konuşurken size (fakir ama gururlu bir halkın mensubu olarak) Körfez ülkelerine giden Mısırlı Arapça öğretmenlerinden bahsederek Mısır’ın, her ne kadar refah düzeyi bakımından geri de kalmış olsa da, bu ülkelerden daha köklü bir tarihe ve kültüre sahip olduğunu söyleyecektir.
Cezayir ve Mısır arasındaki siyasi gerginlikler Arap Birliği toplantılarında da bir süredir hissedilmekte. Cezayir, Arap Birliği’nde genel sekreterlik görevinin Mısır tarafından işgal edilmesinden bölgesel konulara dek Mısır’ı eleştirmekteydi. Arap Birliği Başkanı Amr Musa’nın ise olaylar sonrası uzun bir süre harekete geçmemesinde Mısırlı olmasının etkili olduğu da yapılan yorumlar arasında. Diğer yandan, geçtiğimiz ay UNESCO başkanlığı için yarışan Mısırlı Faruk Hüsnü’nün rakipleri arasında tek Müslüman aday olarak Cezayirli Muhammed Bedjai’nin gösterilmesi de Mısır tarafından hafife alınır bir hareket olarak algılanmadı. Her ne kadar her iki aday da UNESCO başkanlığını kazanamamış olsa da, bu durum her iki ülke açısından bir krizin başlangıcıydı.
Aslında Sudan’da yaşananlarla ilgili Mısır’daki bazı yorumlara bakıldığında farklı komplo teorilerinin de dillerde dolaştığı görülmekte. Bunlardan bir tanesi Cezayirli taraftarlar arasına sızmış olan İsrailliler tarafından olayların tetiklendiği; bir diğeri ise ismi zikredilmeyen bir Körfez ülkesinin Mısır’ın konumunu zayıflatmak amacıyla tüm yaşananları önceden tasarladığı şeklinde. Bu Körfez ülkesinin ise El-Cezire kanalına ev sahipliği yapan ve Cezayir’de El-Şuruk gazetesinin de finansmanını sağlayan Katar olma ihtimali yüksek.
Ayrıca El-Cezire kanalının Mısır aleyhine haberleri abartılı olarak verdiği iddiası da Mısır’da hükümet yanlısı olan gazeteler tarafından yoğun bir şekilde eleştiriliyor. Hükümet yanlısı El-Cumhuriye gazetesinde yapılan bir yorumda Cezayir ile yaşananların ertesinde El-Cezire’nin niçin Mısır’dan nefret ettiği sorgulanıyordu. Yazara göre bir zamanlar Mısır’ı işgal eden İngilizlerin desteğiyle kurulan bu kanal, önceleri Londra radyosu için çalışan İngiliz spikerlerle çalışıyor ve İran ya da Katar yanlısı olanlar dışında çok fazla Mısırlı istihdam etmiyor. El-Cezire’de yayın yapan ve yazarın eleştirilerine maruz kalan iki isim ise Nasır döneminin yakın tanıklarından Muhammed Hasan El-Heykel ve Müslüman Kardeşler’in önde gelen isimlerinden Yusuf Kardavi’nin eski öğrencilerinden olan Ahmed Mansur. Ayrıca El-Cezire’nin eleştirilmesi kanalın bölgedeki rejimlerin altını oyduğu iddiasından da ileri geliyor. Buna göre yazar, El-Cezire’nin Lübnan’da Hizbullah yanlısı, Mısır’da Müslüman Kardeşler yanlısı, Filistin’de Hamas yanlısı ve Yemen’de ise Huti yanlısı haberleri izleyicilerine verdiğini iddia ediyor.[2] Burada tabii ki önemli olan asıl nokta Mısır ve Katar arasındaki bölgesel mücadele. Magrip ve Maşhrek’ten iki ülke ilişkilerine tarihsel olarak bakıldığında da Mısır’ın daha çok “dünyanın annesi Mısır” sloganıyla milli duyguları öne çıkardığı görülüyor. Buna Cezayir milliyetçiliği ile cevap veren Cezayirliler açısından ise Mısır’ın artık kabul edilmek istenmeyen ‘abi’ tavrı spor yanında diplomasi ve siyasi yaklaşımında da hissedilmekte. Nasır döneminden kalan Mısır milliyetçiliği açısından, ne Katar gibi küçük bir ülkenin Filistin konularına müdahale etmesi ne de Irak ve Suriye gibi geçmişin Baasçı ideolojileri Mısır’ın bugünkü konumunu değiştiremez düşüncesi hâkim.
Camp David sonrası diğer bölge ülkeleri tarafından yalnız bırakılan Mısır’ın, bölgenin lideri olma iddiasındaki bir devlet olarak başka bir ülke ile ilişkilerini koparması beklenmemekle birlikte son üç haftadır yaşananlar, iki Arap ülkesi arasındaki gerginliğin boyutlarını ve tartışmanın çerçevesini göstermektedir. En nihayetinde Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Ebu El-Geyt geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada iki ülke arasındaki gerginliğin Sudan ve Libya’nın yanı sıra Arap Birliği’nin de aracılığıyla giderilmeye çalışıldığını söyledi. Mısır’ın Cezayir’deki yatırımları ve Cezayir’de yaşayan 15000 civarında Mısırlı işçi de dikkate alındığında, her iki ülkenin de acilen ilişkilerini düzeltmesi gerektiği ise inkâr edilmez bir gerçek. Yaşanan infialler sonrasında ise bu maçın ertesinde belki de en fazla sevinilecek olan durum biri Magrip’te diğeri ise Maşrek’te konumlanan bu iki ülkenin sınırdaş ülkeler olmaması.
[1] http://www.almasry-alyoum.com/article2.aspx?ArticleID=234407&IssueID=1599
[2] http://www.algomhuria.net.eg/algomhuria/today/colums/detail05.asp
Serpil Açıkalın
USAK Ortadoğu Araştırmaları Merkezi
sacikalin8@gmail.com
2 Aralık 2009, Çarşamba
5 Aralık 2009 Cumartesi
15 Ekim 2009 Perşembe
Arap Dünyasının Hal-i Pür Melâli ve Suudi Arabistan-Suriye Yakınlaşması
Geçen hafta Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz’in Suriye’ye yaptığı ziyaret hem bu iki ülke hem de bölgesel açıdan oldukça önemli sonuçlara gebe. Kral Abdullah’ın Suriye’de iki gün süren temasları sırasında birtakım ticari anlaşmalar yapıldı ve özellikle bankacılık, turizm ve sigorta yatırımları gibi projeler üzerinde duruldu.
Suudi Arabistan ve Suriye yıllık 2 milyar dolar civarında bir ticaret hacmine sahip. Yeni anlaşmalarla, ülkeye yapılan yatırımların artması (ayrıca ABD’nin ekonomik yaptırımları kaldırması seçeneği de göz önünde bulundurulduğunda)ve dolayısıyla Suriye ekonomisinin 2000’li yıllarda yaşadığı daralmanın aşılması umuluyor. Ancak bu görüşmeleri önemli kılan asıl nokta, iki ülke arasında son dört yıldır var olan gerginliğin 2009’un ortalarından itibaren kırılması ve son tahlilde bölgesel dengeleri etkileyecek yeni bir ittifaka adım atılmasıdır.
Eşlerinden birisi Suriyeli ve Rifat El-Esad'ın eşinin kız kardeşi olan Kral Abdullah, veliaht olduğu dönemde Suriye ile iyi ilişkiler geliştirdi ve geçmişte pek çok defalar ülkeyi ziyaret etti. Ayrıca, Beşşar El-Esad iktidara geldikten sonra da kendisini ziyaret eden ilk Arap lider, yine o dönemin Veliaht Prensi olan Abdullah Bin Abdülaziz idi.
Bununla birlikte, Suudi Arabistan ve Suriye ilişkileri açısından Irak Savaşı ve 2005 yılında gerçekleşen Hariri suikastı önemli dönüm noktalarıdır. Bir diğer önemli gelişme de 2008 yılında ise Suudi Arabistan’ın Suriye Büyükelçisini ani bir şekilde geri çağırması ve aynı yıl Şam’da yapılan Arap Birliği toplantısının Suudi Arabistan ve Ürdün tarafından boykot edilmesidir.
Lübnan Konusundaki Anlaşmazlık
Lübnan’da 8 Mart Grubu’nun engellemeleri sebebiyle yaşanan kabine krizinin yanı sıra, Irak’taki istikrarsızlıkta da Suriye kilit ülke konumunda. Lübnan’da, Suudi kökenli bir Sünni olan eski Başbakan Refik Hariri sayesinde Suudi Arabistan etkisi ülkede yıllarca devam etti. Bugün ise, Haziran ayından beri kurulamayan hükümet nedeniyle, ülkeye yapılan yatırımlardan turizme kadar Lübnan’daki ekonomik faaliyetlerde bir durgunluk yaşanıyor.
Hariri suikastından Suriye’nin sorumlu tutulması, Suudi Kral Abdullah’ın tahta geçtiği 2005 yılı sonrasında Suudi Arabistan-Suriye ilişkilerinin gerilmesine ve Suriye’ye yapılan ziyaretlerin bu tarihten itibaren kesilmesine neden oldu.
Suriye, 2005 sonrasında Lübnan’dan çekilmesinin ardından ülkedeki eski hâkimiyetini yeniden tesis etmekte güçlük çekse de, 8 Mart Grubu ile olan yakınlığı sayesinde sistemin aksamasında hala etkisi devam ediyor. Bu durum ise, Lübnan’da istikrarın devamını isteyen ve son seçimlerde çoğunluğu kazanan Saad Hariri’nin iktidarını destekleyen Suudi Arabistan açısından kabul edilebilir değil.
Irak'taki Çıkar Birliği
Irak’a bakıldığında ise ABD’nin Irak’ı işgali ve sonrasında Saddam hükümetinin devrilmesi, Suudi yönetimi tarafından uzun yıllardır var olan bölgesel bir riskin sona erdirilmesi olarak görülüyor.
Suriye işgal sonrası Baas rejiminin eski destekçilerine yataklık yapmıştı. Her şeye rağmen, geçen süre zarfında Suudi rejimi ve Suriye arasında Irak üzerinde bir çıkar birliği oluştu. Irak’ın güneyinde kuzeye benzer bir yapılanma ile Şii hâkimiyeti kurulması gibi bir olasılığın söz konusu olması durumunda Sünnilerin merkezde petrolsüz bir bölgede kalması ne Suriye’nin ne de Suudi Arabistan’ın tercih edeceği bir seçenek.
Diğer bir konu ise Maliki yönetiminin Suudi Arabistan ve Suriye ile ilişkileri meselesi. Irak’ta Merkezi Hükümet Başbakanı olan Maliki, Suudi yönetimi tarafından mezhepçilikle suçlanıyor. Irak’ta yaşanan 19 Ağustos saldırılarıyla ilgili olarak da, Maliki’nin Suriye'ye yönelik tüm suçlamalarına karşın, Suriye’nin haklılığı Suudi Arabistan tarafından dile getiriliyor. Bu noktada, Irak’ta yaklaşan Ocak seçimleri öncesinde Suriye ve Suudi Arabistan'ın Irak konusunda yakın görüşte olduğu görülüyor.
Bunua karşın, yıllardır bölgede devam eden İran ve Suudi Arabistan rekabeti Suriye’nin Suudi Arabistan’dan ayrı bir kampta konuşlanmasına neden olmuştur. Bölge yıllardır Ilımlı Blok(Ürdün-Suudi Arabistan-Mısır) karşısında Suriye-İran-Hizbullah ve Hamas bloğu mücadelesine şahit. Ancak son dönemde yaşanan gelişmelere bakıldığında, Türkiye’nin aracılık ettiği Suriye ve Suudi Arabistan görüşmelerinde pek çok faktörün bir araya gelmesi iki ülkenin yakınlaşmasını gerekli kıldığı görülmektedir.
Yukarıda sıralananlara ek olarak, iki ülke yakınlaşmasında etkili olan bir diğer faktör ise ABD’de Obama’nın yönetime gelmesinden itibaren İsrail’in geçmişte olduğundan daha büyük bir oranda ABD ile ayrılığa düşmesi meselesi. İsrail’de sağcı hükümet tarafından izlenen politikalar gösteriyor ki, İsrail’in ABD üzerindeki yükü giderek ağırlaşmakta ve Suudi Arabistan tarafından ortaya atılan Barış Girişimi’nin uygulanması zorlaşmakta. Devam eden yerleşimlerden vazgeçmeme politikasının yanı sıra, son haftalarda yaşanan Mescid El-Aksa gerilimi nedeniyle de İsrail, gerek müttefik gerekse tehdit olarak algılanan ülkelerden eleştiri alıyor. Tüm bu gelişmeler göz önüne alındığında görülmektedir ki, Esad hükümeti son dönemde izlenen izolasyon politikasını kırmak için İsrail’in müttefik ülkeleri üzerinde yoğunlaşmıştır; böylece Esad hükümeti, hem İran’dan alınan destek devam ederken hem de uluslararası konumu ile birlikte ekonomisini güçlendirmeye yönelik önlemler almıştır. Bu noktada Esad rejimi ile kurulacak bir yakın ilişki,dolaylı olarak Şam’da bulunan Hamas Siyasi Büro lideri Halid Meşal üzerinde uzlaşmaya dönük bir etki yaratabilir. Böylece, Suriye ve Suudi Arabistan Mısır’da benzer bir rol üstlenerek Filistinli gruplar üzerinde uzlaşmaya dönük görüşmeler gerçekleştirebilir.
Sonuç olarak son görüşmeler, son yıllarda daha görünür olan ve en son Gazze olaylarında tekrar gündeme gelen Araplar arası kutuplaşmanın giderek azaldığını göstermektedir. Karmaşık yapıdaki ilişkiler yumağı ve ABD’de iktidarın el değiştirmesi sonucu değişen politikalar neticesinde, Ortadoğu’daki ABD müttefikleri bölgesel çıkarları doğrultusunda yeni ittifaklar oluşturmakta ve Ortadoğu bölgesinde yeni bir yapılanmaya doğru gidilmektedir.
Serpil Açıkalın- USAK Ortadoğu Araştırmaları Merkezi
14 Ekim 2009, Çarşamba
Suudi Arabistan ve Suriye yıllık 2 milyar dolar civarında bir ticaret hacmine sahip. Yeni anlaşmalarla, ülkeye yapılan yatırımların artması (ayrıca ABD’nin ekonomik yaptırımları kaldırması seçeneği de göz önünde bulundurulduğunda)ve dolayısıyla Suriye ekonomisinin 2000’li yıllarda yaşadığı daralmanın aşılması umuluyor. Ancak bu görüşmeleri önemli kılan asıl nokta, iki ülke arasında son dört yıldır var olan gerginliğin 2009’un ortalarından itibaren kırılması ve son tahlilde bölgesel dengeleri etkileyecek yeni bir ittifaka adım atılmasıdır.
Eşlerinden birisi Suriyeli ve Rifat El-Esad'ın eşinin kız kardeşi olan Kral Abdullah, veliaht olduğu dönemde Suriye ile iyi ilişkiler geliştirdi ve geçmişte pek çok defalar ülkeyi ziyaret etti. Ayrıca, Beşşar El-Esad iktidara geldikten sonra da kendisini ziyaret eden ilk Arap lider, yine o dönemin Veliaht Prensi olan Abdullah Bin Abdülaziz idi.
Bununla birlikte, Suudi Arabistan ve Suriye ilişkileri açısından Irak Savaşı ve 2005 yılında gerçekleşen Hariri suikastı önemli dönüm noktalarıdır. Bir diğer önemli gelişme de 2008 yılında ise Suudi Arabistan’ın Suriye Büyükelçisini ani bir şekilde geri çağırması ve aynı yıl Şam’da yapılan Arap Birliği toplantısının Suudi Arabistan ve Ürdün tarafından boykot edilmesidir.
Lübnan Konusundaki Anlaşmazlık
Lübnan’da 8 Mart Grubu’nun engellemeleri sebebiyle yaşanan kabine krizinin yanı sıra, Irak’taki istikrarsızlıkta da Suriye kilit ülke konumunda. Lübnan’da, Suudi kökenli bir Sünni olan eski Başbakan Refik Hariri sayesinde Suudi Arabistan etkisi ülkede yıllarca devam etti. Bugün ise, Haziran ayından beri kurulamayan hükümet nedeniyle, ülkeye yapılan yatırımlardan turizme kadar Lübnan’daki ekonomik faaliyetlerde bir durgunluk yaşanıyor.
Hariri suikastından Suriye’nin sorumlu tutulması, Suudi Kral Abdullah’ın tahta geçtiği 2005 yılı sonrasında Suudi Arabistan-Suriye ilişkilerinin gerilmesine ve Suriye’ye yapılan ziyaretlerin bu tarihten itibaren kesilmesine neden oldu.
Suriye, 2005 sonrasında Lübnan’dan çekilmesinin ardından ülkedeki eski hâkimiyetini yeniden tesis etmekte güçlük çekse de, 8 Mart Grubu ile olan yakınlığı sayesinde sistemin aksamasında hala etkisi devam ediyor. Bu durum ise, Lübnan’da istikrarın devamını isteyen ve son seçimlerde çoğunluğu kazanan Saad Hariri’nin iktidarını destekleyen Suudi Arabistan açısından kabul edilebilir değil.
Irak'taki Çıkar Birliği
Irak’a bakıldığında ise ABD’nin Irak’ı işgali ve sonrasında Saddam hükümetinin devrilmesi, Suudi yönetimi tarafından uzun yıllardır var olan bölgesel bir riskin sona erdirilmesi olarak görülüyor.
Suriye işgal sonrası Baas rejiminin eski destekçilerine yataklık yapmıştı. Her şeye rağmen, geçen süre zarfında Suudi rejimi ve Suriye arasında Irak üzerinde bir çıkar birliği oluştu. Irak’ın güneyinde kuzeye benzer bir yapılanma ile Şii hâkimiyeti kurulması gibi bir olasılığın söz konusu olması durumunda Sünnilerin merkezde petrolsüz bir bölgede kalması ne Suriye’nin ne de Suudi Arabistan’ın tercih edeceği bir seçenek.
Diğer bir konu ise Maliki yönetiminin Suudi Arabistan ve Suriye ile ilişkileri meselesi. Irak’ta Merkezi Hükümet Başbakanı olan Maliki, Suudi yönetimi tarafından mezhepçilikle suçlanıyor. Irak’ta yaşanan 19 Ağustos saldırılarıyla ilgili olarak da, Maliki’nin Suriye'ye yönelik tüm suçlamalarına karşın, Suriye’nin haklılığı Suudi Arabistan tarafından dile getiriliyor. Bu noktada, Irak’ta yaklaşan Ocak seçimleri öncesinde Suriye ve Suudi Arabistan'ın Irak konusunda yakın görüşte olduğu görülüyor.
Bunua karşın, yıllardır bölgede devam eden İran ve Suudi Arabistan rekabeti Suriye’nin Suudi Arabistan’dan ayrı bir kampta konuşlanmasına neden olmuştur. Bölge yıllardır Ilımlı Blok(Ürdün-Suudi Arabistan-Mısır) karşısında Suriye-İran-Hizbullah ve Hamas bloğu mücadelesine şahit. Ancak son dönemde yaşanan gelişmelere bakıldığında, Türkiye’nin aracılık ettiği Suriye ve Suudi Arabistan görüşmelerinde pek çok faktörün bir araya gelmesi iki ülkenin yakınlaşmasını gerekli kıldığı görülmektedir.
Yukarıda sıralananlara ek olarak, iki ülke yakınlaşmasında etkili olan bir diğer faktör ise ABD’de Obama’nın yönetime gelmesinden itibaren İsrail’in geçmişte olduğundan daha büyük bir oranda ABD ile ayrılığa düşmesi meselesi. İsrail’de sağcı hükümet tarafından izlenen politikalar gösteriyor ki, İsrail’in ABD üzerindeki yükü giderek ağırlaşmakta ve Suudi Arabistan tarafından ortaya atılan Barış Girişimi’nin uygulanması zorlaşmakta. Devam eden yerleşimlerden vazgeçmeme politikasının yanı sıra, son haftalarda yaşanan Mescid El-Aksa gerilimi nedeniyle de İsrail, gerek müttefik gerekse tehdit olarak algılanan ülkelerden eleştiri alıyor. Tüm bu gelişmeler göz önüne alındığında görülmektedir ki, Esad hükümeti son dönemde izlenen izolasyon politikasını kırmak için İsrail’in müttefik ülkeleri üzerinde yoğunlaşmıştır; böylece Esad hükümeti, hem İran’dan alınan destek devam ederken hem de uluslararası konumu ile birlikte ekonomisini güçlendirmeye yönelik önlemler almıştır. Bu noktada Esad rejimi ile kurulacak bir yakın ilişki,dolaylı olarak Şam’da bulunan Hamas Siyasi Büro lideri Halid Meşal üzerinde uzlaşmaya dönük bir etki yaratabilir. Böylece, Suriye ve Suudi Arabistan Mısır’da benzer bir rol üstlenerek Filistinli gruplar üzerinde uzlaşmaya dönük görüşmeler gerçekleştirebilir.
Sonuç olarak son görüşmeler, son yıllarda daha görünür olan ve en son Gazze olaylarında tekrar gündeme gelen Araplar arası kutuplaşmanın giderek azaldığını göstermektedir. Karmaşık yapıdaki ilişkiler yumağı ve ABD’de iktidarın el değiştirmesi sonucu değişen politikalar neticesinde, Ortadoğu’daki ABD müttefikleri bölgesel çıkarları doğrultusunda yeni ittifaklar oluşturmakta ve Ortadoğu bölgesinde yeni bir yapılanmaya doğru gidilmektedir.
Serpil Açıkalın- USAK Ortadoğu Araştırmaları Merkezi
14 Ekim 2009, Çarşamba
12 Ekim 2009 Pazartesi
USAK Yayınlarından İki Yeni Kitap: Hangi Ermeni Sorunu? ve Bundan Sonrası: Senaryo Analizleriyle Türkiye-AB İlişkileri
USAK (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) 2 yeni kitapla yayınlarını sürdürüyor.
Son olarak Doç. Dr. Mehmet Özcan, Fatma Elmas, Mustafa Kutlay ve Ceren Mutuş'un ortak yazarlığı ile kaleme alınmış olan "Bundan Sonra? Senaryo Analizleri İle Türkiye-AB İlişkileri" adlı kitap ile yazarlığını Doç. Dr. Sedat Laçiner'in yaptığı "Hangi Ermeni Sorunu" adlı kitaplar yayınlandı.
USAK yayınlarına seçkin kitapçılarda ulaşılabilir. Ayrıca tüm D&R şubelerinden de kitaplar temin edilebiliyor.
Genel bilgi için (0312) 212 28 86-87 aranabilir.
*** "HANGİ ERMENİ SORUNU?", Yazar: Sedat Laçiner ***
Kitap Hakkında Genel Bilgi:
Bu kitapta Ermeni Sorunu, gerek Türkiye’nin Kafkasya politikaları gerekse iç politika ve Türkiye-Ermenistan ilişkileri göz önünde bulundurularak tarafsız ve çok boyutlu bir şekilde tartışılmıştır. Çalışmanın temel amacı hem tarihsel hem de uluslararası ilişkiler perspektifi ile konuya yaklaşmak, sorunları tanımlamak ve gerektiğinde çözüm yolları ortaya koymaktır. 10 Ekim’de Ermenistan ile imzalanacak olan normalleşme Protokolü de göz önüne alındığında yıllardır gündemden düşmeyen Ermeni meselesi, Türkiye’nin sayılı Ermeni uzmanlarından ve daha önce bu konuda pek çok esere imza atmış olan USAK Başkanı Doç Dr. Sedat Laçiner tarafından yazılmıştır.
*** BUNDAN SONRASI: SENARYO ANALİZLERİYLE TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ, Yazar: Mehmet Özcan, Fatma Elmas, Mustafa Kutlay, Ceren Mutuş ***
Kitap Hakkında Genel Bilgi:
Bugün için Avrupa bütünleşmesi ciddi bir ‘varoluşsal kriz’ ile uğraşmaktadır. Anayasa referandumları sonrasında artan meşruiyet/kimlik bunalımı, son gelişme dalgasının yarattığı yönetişim problemleri ve küresel finansal krizin etkileri, AB’nin içinden geçtiği krizin başlıca boyutlarını oluşturmaktadır. Bu ortamda Avrupalı liderler hâlihazırdaki iç sorunlarını çözebilmek ve yarının dünyasında yerini alabilmek için cesur bir söylem ve kuvvetli bir irade ortaya koymak durumundadır.
Türkiye’nin AB için önemi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Zira Türkiye-AB ilişkileri bir ülkenin bir Birliğe üye olma çabasından daha fazlasını ifade etmektedir. Bu süreçte AB de kendi hayati sorunlarıyla yüzleşmekte ve önemli kararlar vermeye zorlanmaktadır. Örneğin, Avrupa’nın farklı kültürleri kucaklayıcı kozmopolitan kimlik ideali ile kültürel özcü söylemlerle temellendirilen ‘ötekileştirici’ fikirler arasındaki çatışma, çoğulcu bir Avrupa kimliğinin oluşumu için kritik sorunsallardan başlıcasını oluşturmaktadır. Türkiye-AB ilişkileri de, kaydedilen aşama itibariyle, bu sorunsalı su yüzüne çıkaran bir süreci ifade etmektedir. Türkiye’nin üyelik süreci, AB’yi yalnızca kimlik perspektifinden zorlamamaktadır. Coğrafya, kurumsal-siyasi yapı ve en önemlisi küresel dünyada oynadığı rol bakımından da Türkiye, Avrupa’nın geleceği tartışmalarına yeni bir boyut getirmektedir. Kıtasal bir güç olarak kalmakla küresel bir güce dönüşme arasında gerilim yaşayan Birlik, bu gerilimini Türkiye ile ilişkilerine yansıtmaktadır.
Elinizdeki kitapta, başta Kıbrıs konusu olmak üzere, değişik konularda AB’nin Türkiye’ye karşı takındığı dışlayıcı ve zaman zaman hakkaniyet sınırlarını aşan belirsiz tutumu, Birliğin içinde bulunduğu gerilimleri erteleme çabasının bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği, Kıbrıs sorunu başta olmak üzere birtakım ‘teknik’ konuların çözümüne olduğu kadar, AB’nin 21. yüzyılda kendisini nasıl konumlandıracağı ve nasıl bir gelecek tasavvur ettiği ile de yakından ilgilidir.
Yukarıda çizilen çerçeveden hareket eden elinizdeki çalışmanın ilk kısmında son dönem Türkiye-AB ilişkileri hukuk, siyaset, uluslararası ilişkiler ve ekonomi perspektiflerinden değerlendirilmeye çalışılmış ve ilişkilerin karmaşık yapısını anlamlandırabilmek için interdisipliner bir yaklaşım geliştirilmesi amaçlanmıştır. Bu sayede Türkiye-AB ilişkilerinin biri diğerlerine feda edilemez boyutlarının olduğu ve tüm boyutların birlikte ele alınması gereği üzerinde durulmuştur. Türkiye-AB ilişkilerinin 2009 sonrası dönemde yeni bir düzleme geçebileceğini öngören çalışmanın ikinci kısmında ise senaryo analizleri ile AB’nin Türkiye’ye karşı takınacağı değişik tutumların muhtemel etkileri üzerinde durulmuştur. Bu kısımda AB perspektifinden bir analiz yapılmış, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğinin sembolik, ekonomik ve stratejik anlamı tartışmaya açılmıştır.
**** USAK Kitaplarıyla ilgili iletişim adresi ***
http://www.usak.org.tr/yayinlar2.asp
Nuray Özkan, USAK Halkla İlişkiler
Mebusevleri Mah. Ayten Sok. No:21 Tandoğan / Ankara
Tel : (0312) 212 28 86 Faks : (0312) 212 25 84
Web siteleri : www.usak.org.tr, www.usakgundem.com, www.turkishweekly.net
E-mail : merkez.usak@gmail.com
*** Kitabın Satış Noktaları: ***
• USAK Merkez Binası, Kitap Satış Reyonu
• D&R Mağazaları
• İnternet Kitap Satış Siteleri
• USAK İnternet Kitap Satış Bölümü
• Dost Kitabevi
• Ankara Akçağ Kitabevi, İnsancıl Kitabevi (Eskişehir), Kitapyurdu, Idefix ve diğer seçkin kitabevleri
• Ayrıca USAK Sekretaryası ile bağlantıya geçilmesi durumunda kargo ile adrese teslimat da yapılmaktadır.
Regional Improvements and Turkish-Syrian Relations
The relations between Turkey and Syria gained a new dimension last week as a result of the continuing negotiations of the High Level Strategic Cooperation signed by the Turkish and Syrian leaders. Many commenders interpreted the meeting very positively and on the day after the meetings Syrian newspapers covered the issue on their front pages. The main emphasis has been on the revised economic and social relations between the cuntries.
Turkish-Syrian relations have gained strength since the beginning of the 2000s. Despite criticisms, the visit of ex Turkish President Ahmet Necdet Sezer to Syria for the funeral of Hafez Al-Asad was perceived as an olive branch and the initiative is still recalled by Syrians. Turkey has followed a stable policy towards Syria, which has been isolated by the West, subjected to economic sanctions particularly after September 11, and has faced international pressure following the assassination of Rafiq Hariri in 2005. Regarding Syria’s relations with the US we see that Syria was added to the list of terrorism-supporting countries in 1979 as it hosted Palestinian groups, and Washington’s withdrawal of its ambassador from the country also strained the relations between the two sides..........http://www.turkishweekly.net/op-ed/2559/-regional-improvements-and-turkish-syrian-relations.html
Turkish-Syrian relations have gained strength since the beginning of the 2000s. Despite criticisms, the visit of ex Turkish President Ahmet Necdet Sezer to Syria for the funeral of Hafez Al-Asad was perceived as an olive branch and the initiative is still recalled by Syrians. Turkey has followed a stable policy towards Syria, which has been isolated by the West, subjected to economic sanctions particularly after September 11, and has faced international pressure following the assassination of Rafiq Hariri in 2005. Regarding Syria’s relations with the US we see that Syria was added to the list of terrorism-supporting countries in 1979 as it hosted Palestinian groups, and Washington’s withdrawal of its ambassador from the country also strained the relations between the two sides..........http://www.turkishweekly.net/op-ed/2559/-regional-improvements-and-turkish-syrian-relations.html
23 Eylül 2009 Çarşamba
Bölgesel Gelişmeler ve Türkiye-Suriye İlişkileri
Çarşamba gününden itibaren Türkiye’de devam eden temaslar neticesinde Suriye ile ilişkilere yeni bir boyut katılarak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği için imzalar atılmış ve iki ülke liderinin görüşmeler sırasında verdiği mesajlar pek çok yorumcu tarafından olumlu olarak karşılanmıştır. Perşembe günkü Suriye gazetelerinde, bu hafta gerçekleşen Beşar Esad liderliğindeki Suriye heyetinin ziyareti ve atılan imzaların ilk sayfadan verildiği görülmektedir. Suriye medyasında ayrıca Türkiye-Suriye arasında geçmişle kıyaslandığında tersine dönen ilişkinin yanısıra iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin büyüklüğüne de vurgu yapılmaktadır.
Türkiye-Suriye ilişkileri özellikle 2000’li yılların başından itibaren önemli bir ivme kat etmiştir. Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in tüm tepkilere karşın Hafız Esad’ın cenazesi için Suriye’ye gitmesi Türkiye’nin uzattığı bir el olarak algılanmıştır ve bu girişim Suriye tarafından hala dile getirilmektedir. Özellikle 11 Eylül saldırılarının ertesinde Batı tarafından uygulanan izolasyon politikalarının ve ekonomik yaptırımların yanı sıra, 2005 yılında gerçekleşen Refik Hariri suikastı ile karşılaşılan uluslararası baskı sonrası yalnızlaşan Suriye’ye karşı Türkiye istikrarlı bir politika izlemiştir. Suriye ve Amerikan ilişkilerine bakıldığında ise daha 1979 yılında ABD tarafından terörizmi destekleyen devletler listesine Filistinli gruplara ev sahipliği yaptığı için Suriye’nin de eklendiğini görmekteyiz. 2000’li yıllarda Suriye’nin tekrar ‘şer ekseni’nde tanımlanması ve Hariri suikastı sonrası Washington’ın büyükelçisini ülkeden tekrar çekmesi de iki ülke arasındaki gerilimi artırmıştır.
Bölgesel dinamiklere bakıldığında ise, 2003 Mayıs ayında gerçekleşen Irak işgali sonrası bölgede mezhepsel gerilimlerin ve İran’ın etkisinin artması, Arap-İsrail çatışmasının devam etmesine bağlı olarak Hamas direnişinin devam etmesi, 2006 yılında patlak veren Lübnan savaşı sonrası Hizbullah’ın etkisinin artması, Suriye’nin izolasyon politikaları sonucu İran ile yakınlaşması ve Arap dünyasının giderek kutuplaşması gibi olaylarla durumun daha da karmaşıklaştığı görülmektedir.
Bununla birlikte ülke içinde giderek ağırlaşan ekonomik koşullar nedeniyle liberalleşmeye çalışan ve dış yatırımları artırma amacı güden Suriye için komşu ülkeler bir anlamda çıkış olarak görülmüştür. Değişen iç koşulların etkisi ile Esad yönetimi dış ilişkilerinde de izolasyon politikalarını kırmaya çalışmaktadır. Bunun örneği yeni ABD yönetimine verilen sıcak mesajlar ve Obama yönetiminin geçtiğimiz aylarda ülkeye büyükelçi atamasında görülmüştür. Benzer bir şekilde Lübnan ve Suriye son dört yıllık gerilimin ardından karşılıklı büyükelçi atayarak ilişkilerin geliştirilmesine yönelik mesajlar verilmiştir ve Lübnan, Suriye tarafından tanınmıştır.
Son yıllarda İsrail-Suriye barış görüşmelerinin de tekrar gündeme geldiğini görmekteyiz. 2008 yılının son aylarında Türkiye’nin arabuluculuğunda yürütülmek istenen görüşmelerde ise Gazze saldırıları sonrası değişen atmosfer nedeniyle tersine bir dönüş olmuştur. İsrail ile Suriye arasında 1990’lardan itibaren belli dönemlerde gündeme gelen barış masasına oturma (özellikle 1996 ve 1998-2000 dönemi)konusunda her ne kadar Suriye ve Türkiye olumlu mesajlar verse de, kısa vadede değerlendirildiğinde İsrail-Suriye görüşmelerinin gerçekleşmesi zordur. Son aylarda İsrail için önemli olan gündem maddesi Filistin Meselesi’dir. İsrail’de yerleşimciler tartışması devam ederken, bu gündem haricinde, Suriye açısından barışın olmazsa olmazı olarak görülen Golan Tepeleri konusunda İsrail tarafından bir tavizin verilmesi önümüzdeki dönemde mümkün görünmemektedir. Ayrıca her ne kadar Türkiye-Suriye arasında ilişkilerin geliştirilmesi konusunda ABD ile bir görüş birliği olsa da, İsrail’in şüpheci tavrı özellikle Suriye-İran ilişkileri nedeniyle hala devam etmektedir.
Tüm bu istikrarsızlık ortamı içinde Türkiye ile 2000’lerde girilen yeni süreçte ise iki ülkenin geçmişte yaşadığı Hatay, su, terör sorunları ve 1998 yılındaki kriz hatırlandığında çok büyük bir değişim yaşandığı görülmektedir. Suriye ve Türkiye arasındaki ticaret hacmi son beş yılda iki katına çıkarak 2008 yılında 2 milyar dolara ulaşmıştır ve 2009 yılı için beklenen rakam 3 milyar dolardır. Bunda iki ülke arasında 2007 yılında uygulamaya giren Serbest Ticaret Anlaşması’nın da katkısı vardır. İki ülke arasında doğal gaz boru hattı, elektrik üretimi projeleri ve ortak petrol arama girişimleri halen devam etmektedir; ayrıca yenilenebilir enerji kaynakları konusunda da Türkiye’nin Suriye’ye katkıda bulunması planlanmaktadır. Ahmet Davutoğlu’nun geçtiğimiz ay Irak gezisinde tekrar gündeme gelen Yüksek Düzey Stratejik İşbirliği Anlaşması’na Suriye’nin de katılması sonucu bakanların karşılıklı ziyaretleri ve vizelerin kaldırılması Davutoğlu’nun işbirliğinden de öte entegrasyon talebine daha fazla yaklaşılması anlamındadır. Ancak Türkiye’nin öncülük ettiği bu üçlü entegrasyon içinde Suriye ve Irak ilişkileri hala sorun teşkil etmektedir. Irak’ta Ağustos ayında meydana gelen ve 95 kişinin hayatına mal olarak Suriye’nin zan altında bırakıldığı olaylar sonrasında Türkiye, mekik diplomasisine başlayarak iki ülke arasında belge değişimi yapılmasını sağlamıştı. Ancak Maliki’nin olayların sorumluluğunu Suriye’ye yıkma çabası ve konuyu uluslararası mahkemeye taşıma ısrarı Suriye’nin hiç de istemeyeceği yeni bir Hariri davası niteliği taşımaktadır. Ancak görülmektedir ki, ABD tarafından bir zamanlar şeytan ekseninde tanımlanan ve terörist ülke imajına sahip olan Suriye için bugün gelinen noktada bu imajın silinmesi istenmektedir. Bu noktada ülkedeki gündem, yaşanan ekonomik zorlukların çevre ülkeler ve özellikle Türkiye ile aşılması konusudur.
Çarşamba günü imzalanan vizelerin karşılıklı olarak kaldırılması konusunda ise zaten bir prosedürden öteye geçmeyen vize uygulamasının kaldırılması özellikle dini bayramlarda günübirlik de olsa bölge halkının akınına uğrayan sınıra ilgisi artacak ve sosyal entegrasyona büyük bir katkı sağlanacaktır. Bu noktada İran ile de vize uygulaması olmayan Türkiye için “Doğu’ya daha fazla mı kayıyor?” tarzı sorular gündeme gelse de, istikrarı artıran ve bölgesinde öne çıkan bir ülkenin AB için de tercih edilirliğinin artacağı unutulmamalıdır.
Serpil Açıkalın- USAK Ortadoğu Araştırmaları Merkezi
sacikalin8@gmail.com
18 Eylül 2009, Cuma
30 Ağustos 2009 Pazar
Turkish-Iraqi Relations in Light of Davutoglu’s Visit To Iraq
In the post-2003 period, Iraq has been the most substantial issue in Turkish foreign affairs, due to the intense domestic conflict and political instability in Iraq. For Turkey, the unity of Iraqi territory and the security of the region have been a top priority since the US occupation of Iraq. Moreover, the PKK terrorist organization has positioned itself in Northern Iraq and has conducted its activities against Turkey from this location, creating a security concern for Turkey. However, depending on the cooperation efforts of both countries, it can be said that during the past two years, the relations have become more constructive through the mutual visits of politicians.
Turkish Foreign Minister Ahmet Davutoğlu and state Minister Zafer Caglayan paid a one-day visit to Iraq to meet with Iraqi president Jalal Talabani, Prime Minister Nuri Al Maliki and Foreign Minister Hoshyar Zabari in preparation for the second meeting of the High Level Cooperation Council. The aim of the meeting was, in the words of Davutoglu, “not only cooperation but an integration” of the two countries and the establishment of the scope of security issues, including the close of the Mahmur Terrorist Camp. They are also planning the future expansion of a similar integration project to include Syria and Russia.
The Bilateral High Level Strategic Cooperation Council was established on 10 July 2008 during Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan’s visit to Iraq. The Council’s second meeting was on the agenda during Davutoglu’s last visit. It will be held in October 2009 and will determine the details of the Council. Generally, the Council will include the establishment of a common security framework, a high-level political dialogue, mutual economic dependence and cultural cooperation. The Council will be co-headed by two Prime Ministers and conducted with the participation of nine ministries. The ministers will meet three times a year with the aim to improve their interaction in energy, security, diplomacy, and economy issues.
.........http://www.turkishweekly.net/op-ed/2545/turkish-iraqi-relations-in-light-of-davutoglu%E2%80%99s-visit-to-iraq-.html
Turkish Foreign Minister Ahmet Davutoğlu and state Minister Zafer Caglayan paid a one-day visit to Iraq to meet with Iraqi president Jalal Talabani, Prime Minister Nuri Al Maliki and Foreign Minister Hoshyar Zabari in preparation for the second meeting of the High Level Cooperation Council. The aim of the meeting was, in the words of Davutoglu, “not only cooperation but an integration” of the two countries and the establishment of the scope of security issues, including the close of the Mahmur Terrorist Camp. They are also planning the future expansion of a similar integration project to include Syria and Russia.
The Bilateral High Level Strategic Cooperation Council was established on 10 July 2008 during Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan’s visit to Iraq. The Council’s second meeting was on the agenda during Davutoglu’s last visit. It will be held in October 2009 and will determine the details of the Council. Generally, the Council will include the establishment of a common security framework, a high-level political dialogue, mutual economic dependence and cultural cooperation. The Council will be co-headed by two Prime Ministers and conducted with the participation of nine ministries. The ministers will meet three times a year with the aim to improve their interaction in energy, security, diplomacy, and economy issues.
.........http://www.turkishweekly.net/op-ed/2545/turkish-iraqi-relations-in-light-of-davutoglu%E2%80%99s-visit-to-iraq-.html
Lübnan Parlamento Seçimleri
2009 yılı Orta Doğu’daki pek çok ülke için hem yerel hem de parlamento seçimleri anlamında pek çok seçimin yaşandığı bir yıldır. Irak, Lübnan, İran, Cezayir gibi ülkelerde gerçekleştirilen / gerçekleştirilecek olan seçimler, 2008 sonunda göreve başlayan Obama hükümeti ile birlikte değerlendirildiğinde, hem bölge düzeyinde hem de bölgeye yönelik değişen yaklaşımlarla birlikte iletişim kanallarının açılması anlamında büyük bir değişim getirecektir.
Lübnan’da 7 Haziran 2009 tarihinde yapılan ve ülkenin gelecek dört yılını belirleyecek olan Parlamento seçimleri uluslararası toplum tarafından yoğun bir ilgiyle takip edildi. Lübnan’ın karmaşık bir seçim sistemi ve politik yapıya sahip oluşu ve bu konudaki Türkçe kaynakların eksikliğinin dikkat çekici bir düzeyde olması nedeniyle bu çalışmada ana hatlarıyla günümüze yansıyan krizlerin politik sistem boyutu incelenecek ve son kısımda son seçimlerin değerlendirilmesi yapılacaktır.
Etnik ve Parlamenter Yapı:
Dört milyon civarında bir nüfusa sahip olan ve resmi olarak 18 mezhebin tanındığı Lübnan Cumhuriyeti 6 bölgeye (Muhafaza) ayrılmaktadır: Beyrut, Kuzey Lübnan, Dağlık Lübnan, Güney Lübnan, Beka Vadisi ve Nabatiye.[1] Fransızlar tarafından 1932 yılında yapılan ilk ve tek etnik yapıya dayalı nüfus sayımına göre en fazla nüfusa sahip olan Hıristiyan Marunileri (28.8%), Sünni (22.4 %) ve Şii(19.6 %) mezhepleri takip etmekteydi. [2]
Lübnan Anayasası, Lübnan’ın demokratik ve parlamenter bir Cumhuriyet olduğunu vurgulamaktadır. Bakanlar Kuruluna Başbakan başkanlık etmektedir. Anayasa; yasama, yürütme ve yargı sistemlerinin ayrılığına dayanır. Meclis ideolojik ayrımdan ziyade etnik ve dini kimliklere göre şekillenmektedir. 128 üyeli meclis 4 yıllık bir dönem için seçilmektedir.
Cumhurbaşkanı altı yıllık bir dönem için Parlamento tarafından seçilmektedir ve aynı cumhurbaşkanı tekrar seçilememektedir. Başbakan ise Cumhurbaşkanı ve Parlamento tarafından seçilmektedir. 2000 yılında yapılan anayasa değişikliği ile 14 seçim bölgesine bölünen Lübnan’da, yapılan genel seçimlerde muhalif konumda bulunan Refik Hariri tekrar çoğunluğu kazanmış ve Suriye yanlısı Emil Lahud 1998 yılında istifaya zorladığı Hariri’yi başbakanlığa atamak zorunda kalmıştır. 3 Eylül 2004 yılında ise Suriye yanlısı Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un görev süresi 29’a karşı 96 oy ile Meclis tarafından 3 yıllık bir süre için uzatılmıştır.
Ulusal Pakt:
Bağımsızlığın kazanılmasının ardından Maruni Cumhurbaşkanı Bişhar Huri ve Sünni Başbakan Riad El Sulh tarafından 1943 yılında yapılan ve yazılı olmayan Ulusal Pakt’a göre, ülke içindeki farklı mezheplerin tanınması kararlaştırıldı. Bu anlaşmada yansız, bağımsız ve egemen bir devlet konusunda anlaşıldı. Böylece ne Suriye ve Arap Dünyası’na, ne de Fransa da dâhil Batı Dünyası’na bir bağımlılığın olmadığı ilan edildi ve ülkenin kimliğinin Arap olduğu kabul edildi ayrıca Mezhebe Dayalı Sistem (Confessional Sistem) konusunda anlaşmaya varıldı. Anlaşma iki temel grubu esas almıştır: Müslümanlar ve Hıristiyanlar. Buna göre, Meclis’te dağılımın mezheplerin nüfus içindeki oranına göre belirlenmesi ve 1932 sayımına göre nüfusun %52’sini oluşturan Hıristiyanlar ve %48’ini oluşturan Müslümanlar için aynı oranın Meclis’teki dağılımda da esas alınması kararlaştırıldı. [3]
Mezhebe dayalı olan Lübnan politik düzeninde, 1932 sayım sonuçlarına göre, en yüksek makam olan Cumhurbaşkanlığı konumuna bir Maruni, Başbakanlık konumuna ülkedeki ikinci en kalabalık nüfusuna sahip olan Sünni mezhebine mensup bir kişi ve Meclis Başkanlığı konumuna ülkedeki üçüncü en kalabalık nüfusa sahip Şii mezhebine mensup bir kişinin getirilmesi ve Parlamento’daki Milletvekili oranının 6:5 oranında (her on bir milletvekilinden 6’sı Hıristiyan ve 5’i Müslüman) olması kararlaştırıldı. Mezhepsel olarak belirlenen diğer pozisyonlar ise şu şekildedir: Savunma Bakanı Ortodoks Hrisitiyan, İçişleri Bakanı bir Dürzi, Başkomutan bir Maruni Hristiyan.
Taif Anlaşması:
15 yıl süren iç savaşı bitiren Taif Anlaşması Suriye, diğer Arap ülkeleri ve uluslararası toplum tarafından desteklenerek 22 Ekim 1989 tarihinde 22 günlük görüşmeler sonucunda imzalandı. Taif Anlaşması genel olarak 1943 yılı Ulusal Pakt’ına bağlı kalmakla birlikte farklı mezheplerin bir arada yaşaması ve herhangi bir mezhebin avantajlı konuma sahip olmasından ziyade, güç paylaşımının eşit dağılımını, Lübnan’ın birliğini ve Arap kimliğini esas almaktaydı. 1990 yılında Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki oran 1:1 olarak değiştirildi (Lübnan Anayasası 23.md.) ve Meclis Başkanının görev süresi dört yıla çıkarıldı; ancak belli pozisyonlardaki görevlilerin mezheplere göre dağılımı aynı kaldı.
.........http://www.usakgundem.com/yorum/236/-yorum-analiz-l%C3%BCbnan-parlamento-se%C3%A7imleri-.html
Lübnan’da 7 Haziran 2009 tarihinde yapılan ve ülkenin gelecek dört yılını belirleyecek olan Parlamento seçimleri uluslararası toplum tarafından yoğun bir ilgiyle takip edildi. Lübnan’ın karmaşık bir seçim sistemi ve politik yapıya sahip oluşu ve bu konudaki Türkçe kaynakların eksikliğinin dikkat çekici bir düzeyde olması nedeniyle bu çalışmada ana hatlarıyla günümüze yansıyan krizlerin politik sistem boyutu incelenecek ve son kısımda son seçimlerin değerlendirilmesi yapılacaktır.
Etnik ve Parlamenter Yapı:
Dört milyon civarında bir nüfusa sahip olan ve resmi olarak 18 mezhebin tanındığı Lübnan Cumhuriyeti 6 bölgeye (Muhafaza) ayrılmaktadır: Beyrut, Kuzey Lübnan, Dağlık Lübnan, Güney Lübnan, Beka Vadisi ve Nabatiye.[1] Fransızlar tarafından 1932 yılında yapılan ilk ve tek etnik yapıya dayalı nüfus sayımına göre en fazla nüfusa sahip olan Hıristiyan Marunileri (28.8%), Sünni (22.4 %) ve Şii(19.6 %) mezhepleri takip etmekteydi. [2]
Lübnan Anayasası, Lübnan’ın demokratik ve parlamenter bir Cumhuriyet olduğunu vurgulamaktadır. Bakanlar Kuruluna Başbakan başkanlık etmektedir. Anayasa; yasama, yürütme ve yargı sistemlerinin ayrılığına dayanır. Meclis ideolojik ayrımdan ziyade etnik ve dini kimliklere göre şekillenmektedir. 128 üyeli meclis 4 yıllık bir dönem için seçilmektedir.
Cumhurbaşkanı altı yıllık bir dönem için Parlamento tarafından seçilmektedir ve aynı cumhurbaşkanı tekrar seçilememektedir. Başbakan ise Cumhurbaşkanı ve Parlamento tarafından seçilmektedir. 2000 yılında yapılan anayasa değişikliği ile 14 seçim bölgesine bölünen Lübnan’da, yapılan genel seçimlerde muhalif konumda bulunan Refik Hariri tekrar çoğunluğu kazanmış ve Suriye yanlısı Emil Lahud 1998 yılında istifaya zorladığı Hariri’yi başbakanlığa atamak zorunda kalmıştır. 3 Eylül 2004 yılında ise Suriye yanlısı Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un görev süresi 29’a karşı 96 oy ile Meclis tarafından 3 yıllık bir süre için uzatılmıştır.
Ulusal Pakt:
Bağımsızlığın kazanılmasının ardından Maruni Cumhurbaşkanı Bişhar Huri ve Sünni Başbakan Riad El Sulh tarafından 1943 yılında yapılan ve yazılı olmayan Ulusal Pakt’a göre, ülke içindeki farklı mezheplerin tanınması kararlaştırıldı. Bu anlaşmada yansız, bağımsız ve egemen bir devlet konusunda anlaşıldı. Böylece ne Suriye ve Arap Dünyası’na, ne de Fransa da dâhil Batı Dünyası’na bir bağımlılığın olmadığı ilan edildi ve ülkenin kimliğinin Arap olduğu kabul edildi ayrıca Mezhebe Dayalı Sistem (Confessional Sistem) konusunda anlaşmaya varıldı. Anlaşma iki temel grubu esas almıştır: Müslümanlar ve Hıristiyanlar. Buna göre, Meclis’te dağılımın mezheplerin nüfus içindeki oranına göre belirlenmesi ve 1932 sayımına göre nüfusun %52’sini oluşturan Hıristiyanlar ve %48’ini oluşturan Müslümanlar için aynı oranın Meclis’teki dağılımda da esas alınması kararlaştırıldı. [3]
Mezhebe dayalı olan Lübnan politik düzeninde, 1932 sayım sonuçlarına göre, en yüksek makam olan Cumhurbaşkanlığı konumuna bir Maruni, Başbakanlık konumuna ülkedeki ikinci en kalabalık nüfusuna sahip olan Sünni mezhebine mensup bir kişi ve Meclis Başkanlığı konumuna ülkedeki üçüncü en kalabalık nüfusa sahip Şii mezhebine mensup bir kişinin getirilmesi ve Parlamento’daki Milletvekili oranının 6:5 oranında (her on bir milletvekilinden 6’sı Hıristiyan ve 5’i Müslüman) olması kararlaştırıldı. Mezhepsel olarak belirlenen diğer pozisyonlar ise şu şekildedir: Savunma Bakanı Ortodoks Hrisitiyan, İçişleri Bakanı bir Dürzi, Başkomutan bir Maruni Hristiyan.
Taif Anlaşması:
15 yıl süren iç savaşı bitiren Taif Anlaşması Suriye, diğer Arap ülkeleri ve uluslararası toplum tarafından desteklenerek 22 Ekim 1989 tarihinde 22 günlük görüşmeler sonucunda imzalandı. Taif Anlaşması genel olarak 1943 yılı Ulusal Pakt’ına bağlı kalmakla birlikte farklı mezheplerin bir arada yaşaması ve herhangi bir mezhebin avantajlı konuma sahip olmasından ziyade, güç paylaşımının eşit dağılımını, Lübnan’ın birliğini ve Arap kimliğini esas almaktaydı. 1990 yılında Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki oran 1:1 olarak değiştirildi (Lübnan Anayasası 23.md.) ve Meclis Başkanının görev süresi dört yıla çıkarıldı; ancak belli pozisyonlardaki görevlilerin mezheplere göre dağılımı aynı kaldı.
.........http://www.usakgundem.com/yorum/236/-yorum-analiz-l%C3%BCbnan-parlamento-se%C3%A7imleri-.html
9 Nisan 2009 Perşembe
Obama’s Visit to Turkey: A New Beginning for Both Countries
The visit of U.S. President Barack Obama to Turkey created a wave of excitement in the country. The visit is in general evaluated as successful for both of the countries. In the process of reconstructing American hegemony in the world, Turkey was one of the stops on the President’s list. After sending off Obama to Iraq, Turkey is talking about the meaning of his cleverly prepared speech given in the Turkish Grand National Assembly (TBMM) word by word and the future relationship between the two countries. In a country like Turkey, which has a Muslim-dominated population but is secular in constitution; is in the Middle East but also has non-Arab roots; is paving the way to enter the European Union; and is increasing its voice in the last summits; it was very well-received speech because of the parallelisms, such as his Muslim parents and the Muslim world, the Armenian issue, and the U.S.’s history with the Native Americans. In contrast with Bush’s discourse, Obama did not mention moderate Islam, but mostly the secular and democratic character of Turkey, although his sensitivity towards Islamic values was highlighted during the visit. Touching upon Turkey’s role as a bridge, Obama said that he is ready to construct the bridge, because he overcame racial barriers in his past and has roots in different religions, drawing a parallel between himself and Turkey.
As a result of the Bush Doctrine and Bush’s policies in the region, antagonism against the U.S. increased in Turkey, although recent surveys indicate that more than half of Turks approved of Obama. Now people are debating his sincerity, and while some say he is too romantic, others argue that he is also a realist, as he has learned from the faults of his predecessors. But we see that the same characteristics of Obama that drew American citizens to vote for him also influence Turkish citizens; this is another parallel between the two countries.
It is sure that Turkey is in a place in which the U.S. has an interest. In the past Turkey was seen as having potential in its region, but in the last decade it has been using its potential to solve problems in its region, although chaos sometimes arises due to sensitive domestic issues. Although the relationship between the U.S. and Turkey is not a strategic partnership because they are not equal powers and it is an asymmetric relationship, it may be said that there is a “model partnership” between the countries.
A striking transformation has occurred in Turkey’s Middle East policies in the last decade. After many years of ignoring the region, Turkey’s turned its attention to the region’s political, social, and economic issues and increased its soft power and visibility. It was particularly concerned with the U.S.’s occupation of its neighbor, and Turkey’s position on the energy basins increased its geostrategic importance. Long years of discussions regarding the Kurdish establishment in the north of Iraq and the U.S.’s deployment in Turkey have escalated the discussions among Turkish decision makers. Today both the U.S. and Turkey want to increase the soft power elements in their foreign policy tools. As a peaceful opening to the Islamic World and keen interest in playing a role between the conflicting parties with its Islamic-rooted governmental, Turkey also wants to cooperate with the U.S.’s new approach. Although the position is advantageous for the region’s countries, its leading position may increase the feelings of rivalry between the countries’ leaders. Obama has a list of many issues to solve, beside his country’s economic troubles. Turkey is also involved in many issues with the U.S., such as Iraq, Afghanistan, Pakistan, the liquidation of the PKK from northern Iraq, the energy issue, the Syria-Israel talks, combating terrorism, the Caucasus, Armenia, Russia, and relations with Muslim countries.
The timing of Obama’s visit helped Turkey to enforce its relationship with the new U.S. president. The G-20 and NATO summits before the Alliance of Civilizations conference were like a preparatory stage to meeting with Turkish officials. The disagreement over Rasmussen showed again Turkey’s capacity to resist on some events. Although some European leaders perceived Turkey’s position as deliberately blocking a decision, Turkey’s resistance to a candidate like Rasmussen, who has a tarnished image due to his stance on the cartoon issue, actually contributed to its soft power in the Middle East. And Turkey’s objection to Rasmussen’s allowance of PKK-supporter Roj TV in Denmark underlined the sensitivity of the PKK issue in Turkey.
Despite Germany and France’s opposition on the European Union issue, Obama reaffirmed the U.S.’ support of Turkey’s EU accession, as have previous U.S. presidents. In the Middle East Turkey’s efforts to enter the Union is a confusing point in the minds of the people, and Turkey’s lengthy negotiations have been interpreted as futile. Although the process is long and tiring for Turkey, its duty is to explain its aims to the Middle Eastern countries and intensify its visits and relations with European leaders to revive the relations after a long period of stagnancy in the relations. The Armenian issue was another question related to Obama’s visit for Turkish foreign policy analysts looking towards the approaching date of 24 April. Although we know Obama had made some promises regarding the issue, Turkish President Abdullah Gul’s speech emphasizing the establishment of a committee to study the archives and his desire for the participation of other nations to the committee as third parties showed Turkey’s confidence on the issue and its openness towards solving the issue. When we take into consideration Obama’s personality and approach, it may be hoped that the call of the Turkish President will be evaluated.
Obama’s visit to Turkey one month after Hillary Clinton’s visit makes clear that Turkey is seen as an important actor for the newly formed U.S. government. The visit is different from Obama’s visits to other countries thus far, because Turkey is the first Muslim majority country for Obama to visit as president, and the visit is not a part of an international event. Turkey is seen as a helper after the strained relations since 2003, and the U.S. is keen to regain Turkey’s friendship in line with its theme of “making of peace with Islam,” and Turkey is aware of its role. For the Turkish government the past week’s summits and Obama’s visit, after the recent surprising results of the time-consuming local elections, provided a chance to turn to international events to define its agenda again for the future projections of its foreign policy.
Serpil ACIKALIN
USAK Center of Middle Eastern Studies (JTW)
Thursday, 9 April 2009
.........http://www.turkishweekly.net/op-ed/2502/obama’s-visit-to-turkey-a-new-beginning-for-both-countries-.html
As a result of the Bush Doctrine and Bush’s policies in the region, antagonism against the U.S. increased in Turkey, although recent surveys indicate that more than half of Turks approved of Obama. Now people are debating his sincerity, and while some say he is too romantic, others argue that he is also a realist, as he has learned from the faults of his predecessors. But we see that the same characteristics of Obama that drew American citizens to vote for him also influence Turkish citizens; this is another parallel between the two countries.
It is sure that Turkey is in a place in which the U.S. has an interest. In the past Turkey was seen as having potential in its region, but in the last decade it has been using its potential to solve problems in its region, although chaos sometimes arises due to sensitive domestic issues. Although the relationship between the U.S. and Turkey is not a strategic partnership because they are not equal powers and it is an asymmetric relationship, it may be said that there is a “model partnership” between the countries.
A striking transformation has occurred in Turkey’s Middle East policies in the last decade. After many years of ignoring the region, Turkey’s turned its attention to the region’s political, social, and economic issues and increased its soft power and visibility. It was particularly concerned with the U.S.’s occupation of its neighbor, and Turkey’s position on the energy basins increased its geostrategic importance. Long years of discussions regarding the Kurdish establishment in the north of Iraq and the U.S.’s deployment in Turkey have escalated the discussions among Turkish decision makers. Today both the U.S. and Turkey want to increase the soft power elements in their foreign policy tools. As a peaceful opening to the Islamic World and keen interest in playing a role between the conflicting parties with its Islamic-rooted governmental, Turkey also wants to cooperate with the U.S.’s new approach. Although the position is advantageous for the region’s countries, its leading position may increase the feelings of rivalry between the countries’ leaders. Obama has a list of many issues to solve, beside his country’s economic troubles. Turkey is also involved in many issues with the U.S., such as Iraq, Afghanistan, Pakistan, the liquidation of the PKK from northern Iraq, the energy issue, the Syria-Israel talks, combating terrorism, the Caucasus, Armenia, Russia, and relations with Muslim countries.
The timing of Obama’s visit helped Turkey to enforce its relationship with the new U.S. president. The G-20 and NATO summits before the Alliance of Civilizations conference were like a preparatory stage to meeting with Turkish officials. The disagreement over Rasmussen showed again Turkey’s capacity to resist on some events. Although some European leaders perceived Turkey’s position as deliberately blocking a decision, Turkey’s resistance to a candidate like Rasmussen, who has a tarnished image due to his stance on the cartoon issue, actually contributed to its soft power in the Middle East. And Turkey’s objection to Rasmussen’s allowance of PKK-supporter Roj TV in Denmark underlined the sensitivity of the PKK issue in Turkey.
Despite Germany and France’s opposition on the European Union issue, Obama reaffirmed the U.S.’ support of Turkey’s EU accession, as have previous U.S. presidents. In the Middle East Turkey’s efforts to enter the Union is a confusing point in the minds of the people, and Turkey’s lengthy negotiations have been interpreted as futile. Although the process is long and tiring for Turkey, its duty is to explain its aims to the Middle Eastern countries and intensify its visits and relations with European leaders to revive the relations after a long period of stagnancy in the relations. The Armenian issue was another question related to Obama’s visit for Turkish foreign policy analysts looking towards the approaching date of 24 April. Although we know Obama had made some promises regarding the issue, Turkish President Abdullah Gul’s speech emphasizing the establishment of a committee to study the archives and his desire for the participation of other nations to the committee as third parties showed Turkey’s confidence on the issue and its openness towards solving the issue. When we take into consideration Obama’s personality and approach, it may be hoped that the call of the Turkish President will be evaluated.
Obama’s visit to Turkey one month after Hillary Clinton’s visit makes clear that Turkey is seen as an important actor for the newly formed U.S. government. The visit is different from Obama’s visits to other countries thus far, because Turkey is the first Muslim majority country for Obama to visit as president, and the visit is not a part of an international event. Turkey is seen as a helper after the strained relations since 2003, and the U.S. is keen to regain Turkey’s friendship in line with its theme of “making of peace with Islam,” and Turkey is aware of its role. For the Turkish government the past week’s summits and Obama’s visit, after the recent surprising results of the time-consuming local elections, provided a chance to turn to international events to define its agenda again for the future projections of its foreign policy.
Serpil ACIKALIN
USAK Center of Middle Eastern Studies (JTW)
Thursday, 9 April 2009
.........http://www.turkishweekly.net/op-ed/2502/obama’s-visit-to-turkey-a-new-beginning-for-both-countries-.html
After Gaza Attacks: Does Arab Initiative Possible for the Middle East?
After the cease fire on 18 January, three weeks after Israeli assaults, we have enough data for an evaluation of the events. In 2006 (Israel's War on Hezbollah in Lebanon), we saw that Hezbollah was more successful than today’s Hamas –if we measure the success with the number of dead people-. Hezbollah killed 120 Israeli soldiers and 40 civilians. Apart from the ideological and deeper relationship with Iran, Hezbollah won the right of veto in Parliament after its long resistance which resulted in postponement of presidential elections for 19 times. On the side of Hezbollah there were more than 1200 dead and a big damage of infrastructure in the country. To gain the veto right also shows that Hezbollah was the winner after the war. Hezbollah provided electricity to the places where even government was not able to provide electricity and big amounts of money were transferred to affected families in the war. The positive atmosphere reflected to Israel in a opposite way. Increased criticism, demonstrations against Olmert government and Winograd reports were all disclosed bad balance sheet of Lebanon war for Israel. Olmert has been waiting the February elections to leave his office as a result of Tzipi Livni’s failure to establish the government after his resignation.
When we focus today’s situation in Gaza, according to UN, the numbers of dead people is 1314 (at least three fourths are civilians) and on the Israeli side there are 9 soldiers and 4 civilians who were killed. For the war Avigdor Lieberman, chair of the far-right Yisrael Beitenu (Israel Our Home), said that “it returned our national pride to us”. Here both parties are claiming that they reached to victory. Our minds are confused with the statements of Olmert and Hamas, both said they reached to victory. At the beginning, the rockets were shown as one of the main reasons of the assault by Olmert, but when the ceasefire was announced, the rockets were still being launched. Thus we know that the reason of the ceasefire was not to stop of rockets. Besides that Israel couldn’t get Gilad Schalid back.
Before the ceasefire, Hamas announced its demands for ceasefire: 6 months of ceasefire, the opening of borders, transfer of the coastal and air space control to Hamas. There were some missing points in the Saturday’s cease fire : Although Olmert said that they reached to their goal in the attacks, there is no concrete condition for the ceasefire. Although the troops completed their pulling out from Gaza, there is no statement about borders or any international negotiations. The fundamental question here is that “shouldn’t be the ceasefire between two parties?” (the same way of the peace negotiations or the last tacit ceasefire for six months). After the assault Israel believes in that it gained its dissuasiveness power again. When Israel was announcing ceasefire expectation was the convincement of Hamas by Egypt. Apart from a partner for a ceasefire, another point is the lack of an observer for the continuation of the ceasefire. In the first ceasefire both of the parties blamed each other to break the ceasefire. Another point is that a ceasefire without specific conditions will be broken by rockets or air strikes.
After all, at the end of the assaults one of the main losers is the United Nations. Its respectability has already deteriorated for years. As a cold war body, UN is not seen as an important actor in international conflicts because it proved its failure in Somalia, Ruanda, Bosnia and Palestine. The visit of the UN Secretary General, Ban Ki-Moon to the region after more than two weeks of the assaults, was perceived more as an indication of good faith. Today international bodies are the ineffectiveness in the region. The US, active in the region since 1970s, has not been mediating in the region after Clinton. All these conditions enforced Israeli to wage assault when it feels insecure. In the context of human rights and law of war there has not been any deterrent decision by international bodies for any future Israeli assault.
Considering Arab countries, the approach of the countries not to participate to meeting on Palestinian issue in Qatar and to participate Kuwait meeting after two days proves the polarization among the Arab countries. Although some of the countries in Qatar called for suspension of Arab Peace Initiative except Lebanon. In the Kuwait meeting, Saudi King Abdullah said that even one drop of Palestinians’ blood is more valuable than whole money in the world. This kind of speeches was given by the Arab leaders after the announcement of the cease fire. They donated 2 billion dollar for Gaza. Israel is trying to prevent the money to go Hamas. Besides that Israeli officials are calling for refraining from accepting Hamas as a legitimate power and it wants to cut the any link with Hamas.
Saudi King accused Israel of using disproportionate power against Gaza and called for the application of Arab Initiative. Arab Initiative, which was brought into agenda in 2002 by Saudi Arabia and approved by the members of Arab League –except Jordan and Egypt as they didn’t participate to meeting-, is the first general agreement made by Arab countries against Israel. There were some conditions in exchange for the recognition of Israel and for normalization of relations with Israel. According to this decision the conditions were: withdrawal of Israel from the occupied territories after June 4 1967, reach a common solution for Palestinian refugees (UN Resolution 194), establishment of an independent Palestine with its capital, East Jerusalem (Security Council Resolution 1397). The Plan is based on the land for peace principle instead of war with Israel. The Plan is coming up in each Arab League meeting and it was renewed by Saudi Arabia in 2007. Apart from the discussions on whether the Plan is dead now or not, the Plan seems as the only way for a common Arab decision on the topic since it is comprehensive and has the potential to provide solutions.
After a month of the issue of the Plan in March 2002 we witnessed Jenin massacre in Palestine. But importance of the Plan is that it was argued by most of the Arab leaders in an atmosphere of the increasing antagonism against Israel in 2002. If the leaders insist on the application of the Plan by the new Obama government it will prove that Arabs can come together to reach a common ground and they can find solutions to maintain peace in the region.
Serpil ACIKALIN
Middle East Desk – USAK
sacikalin@usak.org.tr
Monday, 26 January 2009
.........http://www.turkishweekly.net/op-ed/2470/after-gaza-attacks-does-arab-initiative-possible-for-the-middle-east.html
When we focus today’s situation in Gaza, according to UN, the numbers of dead people is 1314 (at least three fourths are civilians) and on the Israeli side there are 9 soldiers and 4 civilians who were killed. For the war Avigdor Lieberman, chair of the far-right Yisrael Beitenu (Israel Our Home), said that “it returned our national pride to us”. Here both parties are claiming that they reached to victory. Our minds are confused with the statements of Olmert and Hamas, both said they reached to victory. At the beginning, the rockets were shown as one of the main reasons of the assault by Olmert, but when the ceasefire was announced, the rockets were still being launched. Thus we know that the reason of the ceasefire was not to stop of rockets. Besides that Israel couldn’t get Gilad Schalid back.
Before the ceasefire, Hamas announced its demands for ceasefire: 6 months of ceasefire, the opening of borders, transfer of the coastal and air space control to Hamas. There were some missing points in the Saturday’s cease fire : Although Olmert said that they reached to their goal in the attacks, there is no concrete condition for the ceasefire. Although the troops completed their pulling out from Gaza, there is no statement about borders or any international negotiations. The fundamental question here is that “shouldn’t be the ceasefire between two parties?” (the same way of the peace negotiations or the last tacit ceasefire for six months). After the assault Israel believes in that it gained its dissuasiveness power again. When Israel was announcing ceasefire expectation was the convincement of Hamas by Egypt. Apart from a partner for a ceasefire, another point is the lack of an observer for the continuation of the ceasefire. In the first ceasefire both of the parties blamed each other to break the ceasefire. Another point is that a ceasefire without specific conditions will be broken by rockets or air strikes.
After all, at the end of the assaults one of the main losers is the United Nations. Its respectability has already deteriorated for years. As a cold war body, UN is not seen as an important actor in international conflicts because it proved its failure in Somalia, Ruanda, Bosnia and Palestine. The visit of the UN Secretary General, Ban Ki-Moon to the region after more than two weeks of the assaults, was perceived more as an indication of good faith. Today international bodies are the ineffectiveness in the region. The US, active in the region since 1970s, has not been mediating in the region after Clinton. All these conditions enforced Israeli to wage assault when it feels insecure. In the context of human rights and law of war there has not been any deterrent decision by international bodies for any future Israeli assault.
Considering Arab countries, the approach of the countries not to participate to meeting on Palestinian issue in Qatar and to participate Kuwait meeting after two days proves the polarization among the Arab countries. Although some of the countries in Qatar called for suspension of Arab Peace Initiative except Lebanon. In the Kuwait meeting, Saudi King Abdullah said that even one drop of Palestinians’ blood is more valuable than whole money in the world. This kind of speeches was given by the Arab leaders after the announcement of the cease fire. They donated 2 billion dollar for Gaza. Israel is trying to prevent the money to go Hamas. Besides that Israeli officials are calling for refraining from accepting Hamas as a legitimate power and it wants to cut the any link with Hamas.
Saudi King accused Israel of using disproportionate power against Gaza and called for the application of Arab Initiative. Arab Initiative, which was brought into agenda in 2002 by Saudi Arabia and approved by the members of Arab League –except Jordan and Egypt as they didn’t participate to meeting-, is the first general agreement made by Arab countries against Israel. There were some conditions in exchange for the recognition of Israel and for normalization of relations with Israel. According to this decision the conditions were: withdrawal of Israel from the occupied territories after June 4 1967, reach a common solution for Palestinian refugees (UN Resolution 194), establishment of an independent Palestine with its capital, East Jerusalem (Security Council Resolution 1397). The Plan is based on the land for peace principle instead of war with Israel. The Plan is coming up in each Arab League meeting and it was renewed by Saudi Arabia in 2007. Apart from the discussions on whether the Plan is dead now or not, the Plan seems as the only way for a common Arab decision on the topic since it is comprehensive and has the potential to provide solutions.
After a month of the issue of the Plan in March 2002 we witnessed Jenin massacre in Palestine. But importance of the Plan is that it was argued by most of the Arab leaders in an atmosphere of the increasing antagonism against Israel in 2002. If the leaders insist on the application of the Plan by the new Obama government it will prove that Arabs can come together to reach a common ground and they can find solutions to maintain peace in the region.
Serpil ACIKALIN
Middle East Desk – USAK
sacikalin@usak.org.tr
Monday, 26 January 2009
.........http://www.turkishweekly.net/op-ed/2470/after-gaza-attacks-does-arab-initiative-possible-for-the-middle-east.html
10 Şubat 2009 Salı
Irak Yerel Seçimleri
Serpil Açıkalın-USAK
Zaman içinde istilanın bahanesi, Irak'ı kitle imha silahlarından(KİS/WMD) temizlemekten, Irak halkını Saddam Hüseyin'in diktatörlüğünden kurtarmaya dönmüştür. Zamana ve zemine göre vurgu değişmiştir., bazan her iki fikir bir arada kullanılmıştır. Fakat savaş yaklaştıkça, gerçekten, vurgu git gide Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinden sonra Irak halkının kendi kendini yönetmesinin onlara imparatorlukça(imperial) öğretilmesinin gereğine kaymıştır. [1]
31 Ocak tarihinde gerçekleşen Irak vilayet seçimlerinin ilk resmi sonuçları Cuma günü itibariyle açıklanmaya başlanmıştır. Irak Bağımsız Yüksek Seçim Kurulu’nun((IHEC)) talebi ile Türkiye’deki araştırma kuruluşları ve üniversitelerden Irak’a seçim gözlemcisi olarak giden 24 kişi içinde 5 kişilik USAK ekibi de vardı. Yerel seçimler 18 vilayetin 14’ünde yapıldı. Kürt bölgesindeki 3 vilayet (Duhok, Süleymaniye, Erbil) ve Kerkük vilayetinde seçimlerin daha sonra gerçekleştirilmesi beklenmektedir. Kerkük seçimleri vilayet üzerine tartışmalar sona erene kadar yapılmayacak, Kürt bölgesindeki seçimler ise Kürt Ulusal Meclisi’nin talep ettiği zaman yapılacaktır. Irak Bağımsız Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Farac El Haydari’nin verdiği bilgiye göre seçim alanında uluslararası gözlemci niteliğinde Amerika, Avrupa Birliği, Türkiye ve Arap Birliğinden yaklaşık 700 kişi görev almıştır.[2]
2005 yılında Sünniler tarafından boykot edilen seçimler, bu yıl tüm tarafların katılımı ile gerçekleşmiştir. Seçimlerde dikkat çeken hususlardan bir tanesi 4 yıl önceki seçimlerde ittifak olarak katılım sağlayan Şii partilerin bu yıl rakip olarak seçimlere katılmış olmasıdır. Diğer bir dikkat çekici nokta ise 6 günlük seçim dönemi boyunca (Bağdat’taki şahsi gözlemlerime dayanarak) ülkenin önde gelen dini lideri Ayetullah Al-Sistani’nin posterlerinin çok sınırlı olmasına karşın, diğer parti adaylarının posterlerinin yoğun olarak halka açık alanda sergilenmiş olmasıdır. Son seçimlerde daha çok seküler, merkeziyetçi ve ulusal bilince vurgu yapan partilere (Iyad Allavi grubu örnek verilebilir) halkın desteğinin arttığı görülmektedir. 2005 yılında gerçekleşen seçimlerde yoğun olarak mezhebe dayalı bir ayrımlaşma yaşanmış, 2009 Ocak ayında ittifakların ayrı partilere bölünmesi halkın daha az mezhebe dayalı bir karar vermesini sağlamıştır.
Irak halkı ile kurduğumuz diyalogda herhangi bir mezhebi temsil etmeyen ve daha laik adayların talep edildiğine şahit olduk. Diğer bir talep ise petrol gelirlerinin adil dağılımını sağlayabilecek olan adayların seçimi kazanması şeklindeydi. Bağdat’ta Türk ekibi olarak gözlemlediğimiz, 2006-2007 yıllarında yaşanan yoğun şiddet ortamı ile karşılaştırıldığında hayatın giderek normalleşmeye başladığı ve sokaklardaki güvenliğin ise büyük ölçüde Irak askerlerine devredildiği şeklinde oldu. Konuşmalarımızda aldığımız bilgiye göre Irak’ta 400 dolar civarında olan aylık maaştan dolayı polislik için yoğun bir talep var ve eğitim seviyesi düşük olup iş bulamayan erkekler sokaklarda polislik başvurularını yapmak için uzun kuyruklar oluşturuyorlar.
En fazla sandalyeye sahip olan Bağdat Meclisi için aday sayısı 2371 iken toplamda 440 sandalye için 14431 aday yarışmıştır. Bu kadar fazla adayın bulunduğu seçimlerde hemen her duvar parçası adayların kampanya posterleri ile kaplıydı. Posterlerde “Değişim sizin elinizde”, “Yaşamınız değerli” gibi sloganlar yazmaktaydı. Seçimin kesin sonucunun 23 Şubat’ta açıklanacağı söylenmekle birlikte, seçim merkezlerinde yapılan sayımlardan gelen en son haberlerde, %51 civarında oy kullanımının olduğu ve Maliki grubunun önde gittiği bildirilmektedir. Henüz %90 sayım yapılan seçimlerle ilgili olarak, en büyük iki vilayet olan Bağdat’taki oyların %38’ini ve Basra’daki oyların %37’sini alan Irak Başbakanı Maliki’nin lideri olduğu Hukuk Devleti Koalisyonu (Davlat al-Kanun), 14 seçim bölgesinin dokuzunda birinci parti olmuştur.[3] 15 milyonun üstünde seçmenin bulunduğu ülkede, tam anlamıyla adil seçimlerin yapılması zaten beklenmemekle birlikte, seçim günü güvenlik nedeniyle arabaların öğleden sonra geç saatlere kadar çalışmaması ve gıda dağıtım listelerinde göre listelenen seçmenlerin seçim günü listelerde isimlerini bulamaması seçimlerde oy kullanma oranının düşmesinde etkili olmuştur. Seçimlerin yapıldığı okullarda görev alan yetkililer genel olarak seçmenleri yönlendirmekte başarılı görülmekle birlikte, günün ilk saatlerinde Bağdat’ta katılımın düşük olduğunu gözlemledik. Bunun sebeplerinden birisinin, 2005 seçimlerindeki ortamdan dolayı ilk saatlerde güvenlik endişesi olan ailelerin, daha güvenilir bir ortamın oluşmasını beklemek üzere beklemesi olarak da yorumlanabilir.
Bağımsız Yüksek Seçim Kurulu Başkanı’nın “Saddam Hüseyin'in devrilmesinden itibaren gerçekleştirilen en önemli seçim” olarak nitelendirdiği[4] 31 Ocak Irak yerel seçimleri, 2003 ABD işgali sonrası için ülkenin istikrar ve demokrasi yolunda ilerlemesini ölçen bir test olarak görülmektedir. En yüksek katılımın %65 ile Kuzey Irak’taki Sünni vilayet olan Selahaddin’de gerçekleştirildiği seçimlerde, en düşük katılım ise %40 ile Sünni vilayet olan Anbar’da gerçekleşmiştir. Bu katılım 2005’te gerçekleşen seçimlerde Anbar vilayetinde sadece %2’dir. Çok ciddi şiddet olaylarının yaşanmadığı seçim sürecince yoğun güvenlik önlemleri alınmıştır. Seçimlerin sonucu yıl sonunda yapılacak olan parlamento seçimleri için de bir gösterge niteliğindedir. Maliki, güneydeki neredeyse tamamı Şii olan bölgede ve Bağdat’ın doğusunda birinci parti konumunda, diğer bölgelerde ise ikinci ya da üçüncü sıralardadır. Maliki için en önemli kampanya sloganları işgal sonrası güvenliğin hükümeti döneminde sağlanmış olması, merkezi hükümetin güçlendirilmesi ve mezhepçiliğin rolünün azaltılması şeklindedir. 2005’te pek çok Sünni tarafından boykot edilen seçimlerde, Şiiler ve Kürtler büyük oranlarda vilayet konseylerinde sandalyeye sahip olmuştur. Maliki’nin Hukuk Devleti Koalisyonu Partisi'ni, Irak İslam Yüksek Konseyi ve Mukteda al-Sadr grubu takip etmektedir. Seçimler merkezi sistemden giderek uzaklaşan ülkede özel bir öneme sahiptir. Vilayet yöneticisini seçme yetkisine sahip olacak olan vilayet meclisi üyelerinin seçildiği bu seçimlerde, 2008 Vilayet Kanunu, vilayet meclisine ve valiye bazı önemli yetkiler vermektedir. Vilayet meclisleri tarafından seçilecek olan valiler temel hizmetlerin Iraklılara ulaştırılmasından sorumlu olacak, polis atama ve görevden alma yetkisi olacak ve merkezi hükümet ile vilayet arasındaki ilişkiyi sağlama gücüne sahip olacaktır. Irak Anayasası’na göre bir veya birden fazla vilayet, vilayet meclisinde yeterli çoğunluğu sağladığı takdirde özerklik talebinde bulunabilmektedir.
Obama da, seçimleri Irak halkının gelecekteki sorumluluğu devralması yolunda önemli bir adım olarak nitelendirmiştir. ABD’li yetkililer bu seçimlerin Irak’ın demokratik gelişiminde önemli bir dönüm noktası olacağını ifade etmektedirler. Ayrıca çekilmenin gerçekleşmesi için düşük yoğunluklu bir şiddet ortamında gerçekleşen seçimler teşvik edici niteliktedir. Zaten 31 Ocak seçimlerinin tam adil gerçekleşmesinden daha önemli olan nokta da kayda değer çatışmaların yaşanmamış olmasıdır.
Not:Ziyaretimiz süresince gösterdikleri ilgiden dolayı başta Bağdat Büyükelçimiz Derya Kanbay olmak üzere,tüm Büyükelçilik çalışanlarımıza teşekkürlerimizi sunuyoruz.
[1] Seifudein Adem, Irak’taki Savaş ve Çatışmacılık İdeolojisi, Derl. Bülent Aras, Irak Savaşı Sonrası Ortadoğu, Tasam Yayınları, İstanbul:2004, s.111.
[2] http://www.usakgundem.com/haber.php?id=29555
[3] http://en.aswataliraq.info/?p=107585
http://en.aswataliraq.info/?p=107581
[4] http://edition.cnn.com/2009/WORLD/meast/02/01/iraq.election/index.html?eref=rss_world
Serpil Açıkalın
USAK Ortadoğu Araştırmaları Merkezi
09 Şubat 2009
sacikalin8@gmail.com
HAMAS KRONOLOJİSİ
Hazırlayan: Serpil Açıkalın -USAK Orta Doğu Araştırmaları Merkezi
sacikalin@usak.org.tr
HAMAS KRONOLOJİSİ (Müslüman Kardeşler’in ilk Yıllar Filistin Faaliyetleri Dahil, 1928-2007 Eylül)
1928: Müslüman Kardeşler Örgütü, Hasan El-Benna tarafından Mısır’ın İsmailiye kentinde kuruldu. Hamas, Müslüman Kardeşler Örgütü’nün Filistin’de kurulan alt koludur.
1935: Hasan El Banna’nın kardeşi Abdülrahman El Benna, Kudüs müftüsü ve dönemin İslam Konseyi Başkanı Hacı Emin El Hüseyni’yi ziyaret ederek Müslüman Kardeşler’in Filistin’deki ilk örgütlenmesini başlattı.
Müslüman Kardeşler, sonraki yıllarda İsrail devletinin kurulması çabalarına karşı bölgede ortaya çıkan Filistin isyanlarında ve 1948 savaşlarında aktif rol alarak bölge halkının sempatisini kazandı.
26 Ekim 1945: Müslüman Kardeşler Kudüs’te resmi olarak ilk ofisini açtı. Hacı Emin El Hüseyni Müslüman Kardeşler’in Filistin’deki lideri olarak belirlendi.
1960’lar: Müslüman Kardeşler’in Gazze’deki faaliyetleri, merkezi Mısır’da bulunan örgütün Mısır yönetimi ile ilişkisine bağlı olarak zaman zaman aksamalara uğradı. Özellikle Nasser ve Arap Milliyetçiliği ideolojisi ile ters düşen örgüt, 1967’de Arapların hezimete uğradığı savaşı ”ilahi bir ceza” olarak yorumladı.
El Fetih 1967 savaşı sonrası Filistin Milliyetçiliğini savunan görüşleriyle ön plana çıktı. Müslüman Kardeşler için öncelik, El Fetih’in aksine, İsrail işgaline karşı silahlı mücadele yerine toplumun İslami dönüşümünün gerçekleşmesiydi. Bu düşünce farklılığı İsrail tarafından kullanılarak El Fetih’e karşı Hamas’a maddi destek verildi.
1973: Müslüman Kardeşler örgütünün HAMAS’a dönüşmesinde milad kabul edilen İslam Derneği kuruldu (El-Mucemma El-İslami). Kurucular arasında Şeyh Ahmed Yasin, Salim Şurrab, Ahmad İbrahim Dalloul, İsmail Abu El Avf, As’ad Hassaniyya, Mustafa Abd-al El, Abd-al Hai, Abd-al El, Lutfi Şubeyr, Yakub Abu Kuveyk, Ahmad Abu El Kas, İbrahim El Yazuri, Abdulaziz Rantisi, Mahmud Zahhar da vardır.
Dernek başlangıçta bir camii olarak kuruldu ancak sonrasında klinik, okul, gençlik klubü, anaokulu gibi sosyal faaliyetlere de başladı. 1979 yılında 2000’e ulaşan üye sayısı ile birlikte, İsrail tarafından derneğe “yardım kuruluşu” olarak yasal faaliyet lisansı verildi.
Özellikle camilerde yayılan dernek fikirleri Gazze İslam Üniversitesi’nin kurulması ile faaliyetlerini daha da yoğunlaştırdı.
İran Devrimi ve Camp David görüşmeleri sonrası Mısır’ın Arap Dünyasından izole olması ve 1982 yılında gerçekleşen Lübnan iç savaşı sırasında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün aldığı darbeler, Müslüman Kardeşler’in daha da güçlenmesini sağladı. Değişen bölge koşulları Filistin gençliğinin siyasi konulara olan ilgisini arttırdı. Ancak Müslüman Kardeşler için toplumun İslami dönüşümü henüz gerçekleşmediğinden silahlı mücadele için hala erken sayılıyordu.
8 Aralık 1987: Birinci intifada başladı. 9 Aralık’ta Şeyh Yasin ve örgütün üst düzey yetkililerinin yaptığı toplantılar sonucu işgale karşı silahlı direniş için beklenen zamanın geldiğine karar verildi. Hamas halk ayaklanmasına çeşitli düzeylerde katıldı ve El Fetih’ten sonra ikinci büyük siyasi hareket haline geldi.
14 Aralık 1987: Gazze’de patlak veren birinci intifada sonrası HAMAS(Hareket El-Mukavvama El- İslamiyye) kuruldu ve örgüt adına ilk bildiriler dağıtılmaya başlandı.
01 Ağustos 1988: Ürdün Kralı Hüseyin, Batı Şeria ile olan tüm idari ve hukuki bağlarını kestiğini, 1.300 Filistinliye tanıdığı Ürdün pasaportu kullanma hakkını kaldırdığını ilan etti. Bu karar FKÖ’nü bağımsızlık ilanına zorladı ve HAMAS-FKÖ arasındaki bölünmenin başlangıcı oldu.
18 Ağustos 1988: Hamas, kuruluş felsefesini, örgütün ideolojisini, sosyal ve ekonomik anlayışını ve İsrail karşısındaki pozisyonunu ortaya koyan ve “Hamas Anayasası” olarak adlandırılan 36 maddelik belgeyi yayınladı.
Besmele ile başlayan bu anayasada “Örgütün amacı İslam, rehberi peygamber, anayasası Kur’an’dır”(md.5) ifadeleri kullanıldı ve örgüte bağlılık iman ile özdeşleştirildi(md.7).
1989: Hamas militanlarının İsrail’e karşı düzenlediği saldırı sonrasında, İsrail Hamas’ı terörist bir örgüt olarak ilan etti. Şeyh Ahmed Yasin ömür boyu hapse mahkûm edildi.
1991: İngiliz Manda Yönetimi’ne ve Filistin’deki Siyonist örgütlenmeye karşı yürüttüğü mücadele ile tanınan İzzettin El–Kassam’ın (1880–1935) adını taşıyan Hamas’ın askeri kanadı İzzettin Kassam Birlikleri 1991’de kuruldu.
1991 yılında İzzettin Kassam Tugayları, “Filistin’i kurtarmak ve Filistin halkının haklarını geri almak, Kuran’ın, Sünnetin ve diğer İslam alimlerinin bildirdiklerine uygun olarak direnişe katkıda bulunmak” amacıyla direnişe geçtiğini duyurdu.........http://www.usak.org.tr/rapor.asp?id=25
sacikalin@usak.org.tr
HAMAS KRONOLOJİSİ (Müslüman Kardeşler’in ilk Yıllar Filistin Faaliyetleri Dahil, 1928-2007 Eylül)
1928: Müslüman Kardeşler Örgütü, Hasan El-Benna tarafından Mısır’ın İsmailiye kentinde kuruldu. Hamas, Müslüman Kardeşler Örgütü’nün Filistin’de kurulan alt koludur.
1935: Hasan El Banna’nın kardeşi Abdülrahman El Benna, Kudüs müftüsü ve dönemin İslam Konseyi Başkanı Hacı Emin El Hüseyni’yi ziyaret ederek Müslüman Kardeşler’in Filistin’deki ilk örgütlenmesini başlattı.
Müslüman Kardeşler, sonraki yıllarda İsrail devletinin kurulması çabalarına karşı bölgede ortaya çıkan Filistin isyanlarında ve 1948 savaşlarında aktif rol alarak bölge halkının sempatisini kazandı.
26 Ekim 1945: Müslüman Kardeşler Kudüs’te resmi olarak ilk ofisini açtı. Hacı Emin El Hüseyni Müslüman Kardeşler’in Filistin’deki lideri olarak belirlendi.
1960’lar: Müslüman Kardeşler’in Gazze’deki faaliyetleri, merkezi Mısır’da bulunan örgütün Mısır yönetimi ile ilişkisine bağlı olarak zaman zaman aksamalara uğradı. Özellikle Nasser ve Arap Milliyetçiliği ideolojisi ile ters düşen örgüt, 1967’de Arapların hezimete uğradığı savaşı ”ilahi bir ceza” olarak yorumladı.
El Fetih 1967 savaşı sonrası Filistin Milliyetçiliğini savunan görüşleriyle ön plana çıktı. Müslüman Kardeşler için öncelik, El Fetih’in aksine, İsrail işgaline karşı silahlı mücadele yerine toplumun İslami dönüşümünün gerçekleşmesiydi. Bu düşünce farklılığı İsrail tarafından kullanılarak El Fetih’e karşı Hamas’a maddi destek verildi.
1973: Müslüman Kardeşler örgütünün HAMAS’a dönüşmesinde milad kabul edilen İslam Derneği kuruldu (El-Mucemma El-İslami). Kurucular arasında Şeyh Ahmed Yasin, Salim Şurrab, Ahmad İbrahim Dalloul, İsmail Abu El Avf, As’ad Hassaniyya, Mustafa Abd-al El, Abd-al Hai, Abd-al El, Lutfi Şubeyr, Yakub Abu Kuveyk, Ahmad Abu El Kas, İbrahim El Yazuri, Abdulaziz Rantisi, Mahmud Zahhar da vardır.
Dernek başlangıçta bir camii olarak kuruldu ancak sonrasında klinik, okul, gençlik klubü, anaokulu gibi sosyal faaliyetlere de başladı. 1979 yılında 2000’e ulaşan üye sayısı ile birlikte, İsrail tarafından derneğe “yardım kuruluşu” olarak yasal faaliyet lisansı verildi.
Özellikle camilerde yayılan dernek fikirleri Gazze İslam Üniversitesi’nin kurulması ile faaliyetlerini daha da yoğunlaştırdı.
İran Devrimi ve Camp David görüşmeleri sonrası Mısır’ın Arap Dünyasından izole olması ve 1982 yılında gerçekleşen Lübnan iç savaşı sırasında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün aldığı darbeler, Müslüman Kardeşler’in daha da güçlenmesini sağladı. Değişen bölge koşulları Filistin gençliğinin siyasi konulara olan ilgisini arttırdı. Ancak Müslüman Kardeşler için toplumun İslami dönüşümü henüz gerçekleşmediğinden silahlı mücadele için hala erken sayılıyordu.
8 Aralık 1987: Birinci intifada başladı. 9 Aralık’ta Şeyh Yasin ve örgütün üst düzey yetkililerinin yaptığı toplantılar sonucu işgale karşı silahlı direniş için beklenen zamanın geldiğine karar verildi. Hamas halk ayaklanmasına çeşitli düzeylerde katıldı ve El Fetih’ten sonra ikinci büyük siyasi hareket haline geldi.
14 Aralık 1987: Gazze’de patlak veren birinci intifada sonrası HAMAS(Hareket El-Mukavvama El- İslamiyye) kuruldu ve örgüt adına ilk bildiriler dağıtılmaya başlandı.
01 Ağustos 1988: Ürdün Kralı Hüseyin, Batı Şeria ile olan tüm idari ve hukuki bağlarını kestiğini, 1.300 Filistinliye tanıdığı Ürdün pasaportu kullanma hakkını kaldırdığını ilan etti. Bu karar FKÖ’nü bağımsızlık ilanına zorladı ve HAMAS-FKÖ arasındaki bölünmenin başlangıcı oldu.
18 Ağustos 1988: Hamas, kuruluş felsefesini, örgütün ideolojisini, sosyal ve ekonomik anlayışını ve İsrail karşısındaki pozisyonunu ortaya koyan ve “Hamas Anayasası” olarak adlandırılan 36 maddelik belgeyi yayınladı.
Besmele ile başlayan bu anayasada “Örgütün amacı İslam, rehberi peygamber, anayasası Kur’an’dır”(md.5) ifadeleri kullanıldı ve örgüte bağlılık iman ile özdeşleştirildi(md.7).
1989: Hamas militanlarının İsrail’e karşı düzenlediği saldırı sonrasında, İsrail Hamas’ı terörist bir örgüt olarak ilan etti. Şeyh Ahmed Yasin ömür boyu hapse mahkûm edildi.
1991: İngiliz Manda Yönetimi’ne ve Filistin’deki Siyonist örgütlenmeye karşı yürüttüğü mücadele ile tanınan İzzettin El–Kassam’ın (1880–1935) adını taşıyan Hamas’ın askeri kanadı İzzettin Kassam Birlikleri 1991’de kuruldu.
1991 yılında İzzettin Kassam Tugayları, “Filistin’i kurtarmak ve Filistin halkının haklarını geri almak, Kuran’ın, Sünnetin ve diğer İslam alimlerinin bildirdiklerine uygun olarak direnişe katkıda bulunmak” amacıyla direnişe geçtiğini duyurdu.........http://www.usak.org.tr/rapor.asp?id=25
Gazze Saldırıları Sonrası Arap Barış Planı Mümkün mü?
Serpil Açıkalın
18 Ocak tarihinde gerçekleştirilen ateşkes ve 3 hafta süren saldırılar sonrası bilançonun çıkarılması için gerekli olan envantere sahibiz. 2006 yılında gerçekleşen 33 günlük Hizbullah-İsrail savaşında -eğer başarıyı İsrail tarafında verdirilen ölü sayısı ile ölçeceksek- Hizbullah’ın öldürdüğü 120 İsrail askeri ve 40 sivil ile bugün Hamas tarafından öldürülen 9 asker ve 4 siville karşılaştırırsak, Hizbullah hedefine ulaşmada daha başarılı olmuştur diyebiliriz. Ayrıca Hizbullah’ın İran’la ideolojik ve daha derin bağlara sahip olması dışında, Lübnan’da 19 kez ertelenen cumhurbaşkanlığı oylamasında gösterdiği direniş sonucu veto hakkına sahip bir şekilde ‘kazanan taraf’ olması savaş sonrası yaşananlardan olmuştur. Devletin elektrik dahi veremediği yerlere elektrik ulaştıran ve savaşta zarar görenlere yüksek tutarlı maddi yardımda bulunan Hizbullah için yaşanan olumlu hava, İsrail’e tam tersi bir şekilde yansımıştır. Olmert hükümetine karşı ülke içinde artan eleştiri ve gösteri zincirleri ile birlikte 1 yıl önce yayınlayan Winograd raporu da savaşın bilançosunu gözler önüne sermiştir. Olmert’in istifası sonrası yeni hükümetin kurulmasında Tzipi Livni’nin başarılı olamayışı neticesinde görevine hala devam eden Olmert, görevden ayrılmak için Şubat ayını beklemektedir. Hizbullah tarafında ise büyük bir altyapı tahribatı ile birlikte 1200’ün üstünde sivil can kaybı yaşanmıştır.
Bugün Gazze’deki bilançoya baktığımızda ise BM rakamlarına göre Gazze’de ölü sayısı 1314 iken(dörtte üçü sivil), İsrail tarafında sadece 4 sivil ve 9 asker ölmüştür. Aşırı sağcı İsrail Evimiz Partisi lideri Avigdor Lieberman’ın da “onurun tekrar kazanılması” şeklinde tanımladığı operasyon sonrasında tek taraflı bir ateşkes ilanı yapılmıştır. Olmert’in, Hamas’ın taraf olmasını istemediği, çünkü bunun Hamas’ı meşru kabul etmek anlamına geldiği şeklindeki yaklaşımı, Mısır ve ABD tarafından da kabul görmüştür. Burada her iki taraf da zafere ulaştığını iddia etmektedir. 3 haftalık saldırının ardından Olmert’in istenilen hedefe ulaşıldığını belirtmesi yanında, Halid Meşal'in de zaferin Hamas tarafından kazanıldığı şeklindeki açıklaması kafaları karıştırmıştır. İsrail’in, operasyonun başlangıcında hedef olarak gösterdiği roketler ateşkes açıklandığı sırada da devam etmiştir. Bu durum, ateşkesin roket saldırıları bitirildiği için yapılmış olmadığını göstermektedir.
Hamas’ın görüşmeler öncesindeki ateşkes için ön şartları 6 aylık bir ateşkes, sınırların açılması ve hava-kara-deniz sahalarının kullanılabilmesiydi. 3 haftalık saldırı sonrası Obama’nın görevini devralması öncesi Cumartesi günü, İsrail tarafından tek taraflı ateşkesin ilanı, nasıl ki saldırılar öncesi görüşüldüyse, sonrasında da Mısırlı ve İsrailli yetkililerin yaptığı bir ön görüşme sonrası yapılmıştır.
Cumartesi gecesi İsrail tarafından yapılan tek taraflı ateşkes duyurusunda eksik olan bazı hususlar vardır: Her ne kadar Olmert, görevin başarıyla yerine getirilmiş olduğunu söylese de, ateşkesin şartları hala belirsizdir. Hamas’ın taleplerinden bir tanesi olan İsrail askerlerinin Gazze’den çıkarılması üç gün sonra tamamlanmış olsa da, sınırlar, uluslararası görüşmeler ya da Hamas’la varılan herhangi bir anlaşma mevcut değildir. Buradaki temel soru: “Nasıl ki barış anlaşmaları karşılıklı yapılıyorsa ve nasıl ki 6 ay süren zımni ateşkes karşılıklı yapıldıysa en son ateşkesinde iki taraflı yapılması gerekmiyor mu?” şeklindedir. Operasyon sonrası İsrail, caydırıcılık özelliğini tekrar kazandığına inanmaktadır. İsrail ateşkes ilan ederken umulan, Hamas’ın Mısır tarafından ikna edilmesi olmuştur. Burada eksik olan bir diğer husus, ilan edilen ateşkes süresince gözlemcinin kim olacağıdır. Çünkü 6 ay süren ateşkeste her iki taraf da ateşkesi kimin deldiği hususunda birbirlerini suçlamışlardır. Ayrıca şartları belli olmayan bir ateşkesin sonu yine ateşkesin roketlerle ya da hava saldırıları ile bozulması olacaktır.
Tüm bu olanlar karşısında zaten azalmış olan itibarını daha da kötüleştiren, uluslararası kurumlar olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurumu olan ve Bosna, Ruanda, Somali gibi ülkelerde başarısızlığı tekrar kanıtlanan Birleşmiş Milletler, kaybeden taraflardan birisi konumundadır. BM Genel Sekreteri tarafından saldırıların üçüncü haftası bölge ülkelerine yapılan ziyaret ise caydırıcılıktan çok bir iyi niyet göstergesi olarak algılanmıştır. Bugün sıcak çatışmaların yaşandığı bölgelerde uluslararası kuruluşların etkisiz kalması ve 1970’lerden itibaren bölgede etkinliği artmış olan ABD’nin Clinton dönemi sonrasında özellikle Filistin meselesinde arabuluculuk rolünü üstlenmemesi, İsrail’in istediği zaman saldırma ve istediği zaman da geri çekilme stratejisini güçlendirmiştir. Bu durumda savaş hukuku ve insan hakları bağlamında olası bir diğer saldırı için İsrailli karar alıcılara yönelik caydırıcı herhangi bir karar alınmamıştır.
Arap ülkelerine baktığımızda, Katar’ın Hamas ve Ahmedinejad’ı da davet ettiği toplantıya gelmediği halde Kuveyt’teki toplantıya gelen isimler, aynı zamanda Arap ülkeleri arasında artık iki kutuplu bir Ortadoğu’nun oluştuğunu da göstermektedir. Doha’da yapılan toplantıda, 2002 Arap Barış Planı’nın sona erdirilmesi çağrısı yapılmakla birlikte, Lübnan bu Plan’ın iptal edilmesi fikrine karşı çıkmıştır. Katar’daki toplantıya katılmayan liderler, Kuveyt’teki toplantıya katılmıştır. Kuveyt’te yaptığı konuşmada Suudi Kral Abdullah’ın Gazzelilerin bir damla kanının dahi dünyadaki tüm paralardan daha değerli olduğunu söylemesi, ateşkesin yapılmasıyla birlikte artık konuşabileceği komutunu almış olduğunu da göstermektedir. Saldırılar sonrasında Kuveyt’de yapılan toplantıda Arap liderler, altyapısı çöken Gazze için 2 milyar dolarlık bir yardımda bulunma sözü vermişlerdir. Suudi Kral, Gazze’nin yeniden yapılanması için 1 milyar dolar bağışlayabileceğini açıklamıştır. İsrail ise Gazze’ye aktarılacak olan paranın Hamas’ın eline geçmemesi için çaba gösterilmesini istemektedir. Ayrıca İsrail makamları Hamas’ın meşru görülmemesi ve Gazze’nin altyapı çalışmalarında Hamas ile bağlantı kurulmaması konusunda uyarılar yapmaktadır.
İsrail’i aşırı güç kullanmakla da suçlayan Suudi Kral, 2002 Arap Planı’nı tekrar uygulama çağrısı yapmıştır. 2002 yılının Şubat ayında Suudi Arabistan tarafından gündeme getirilen ve Mısır ve Ürdün’ün katılmadığı Beyrut’da Mart ayında yapılan zirvede Birlik üyeleri tarafından karara varılan Arap Barış Girişimi, Arap devletleri tarafından İsrail’e karşı alınmış olan ilk karardır. Tüm Arap devletlerinin İsrail’i tanıma ve ardından İsrail ile normalleşme sürecine girmesi için bazı şartlar verilmiştir. Buna göre 4 Haziran 1967 tarihinden sonra İsrail tarafından işgal edilmiş olan topraklardan(Golan ve Lübnan’ın güneyi dahil) çekilmesi, Filistinli mülteciler için ortak bir çözüme ulaşılması(BM Kararı 194) ve Doğu Kudüs başkenti olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulması(Güvenlik Konseyi Kararı 1397) şartları vardır. Bu Plan’da İsrail ile savaş yerine barış için toprak ilkesi benimsenmiştir. Her yıl Arap Birliğinde tekrar gündeme gelen bu girişim, 2007 Mart ayında Suudi Arabistan tarafından yenilenmiştir. Bu girişimin ölü bir hale gelip gelmediği konusundaki tartışmalar bir yana, Arapları ortak bir fikir etrafında bir araya getirmesi ve Arap-İsrail meselesinde kapsamlı ve çözüme açık bir öneri olması nedeniyle değerlendirilmesi gereken belki de tek umuttur. Zamanın İsrail başbakanı Ariel Şaron ise Plan’dan bir ay sonra Nisan ayında başlattığı Savunma Kalkanı isimli operasyonla Filistin’i tekrar işgal etmiş ve Cenin katliamı gerçekleşmiştir. Arafat’a tecrit uygulandığı bir dönemde gerçekleşen saldırılarda, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın bölge ziyareti de bir sonuç vermemiştir.
Bu planın önemi Arap dünyasında İsrail’e karşı düşmanlıkların arttığı bir dönemde Arap Birliği tarafından genel çoğunlukla mutabakat sağlanılmış olmasıdır. Bölünmüş olduğu tekrar gözler önüne serilen Arap Dünyası’nın göreve yeni gelen Obama’ya Arap Planı üzerinde ısrar etmesi, Arapların ortak bir zeminde buluştuğunu ve barış istendiğini göstermesi bakımından fayda getirecektir.
Serpil Açıkalın
USAK Orta Doğu Araştırmaları Merkezi
23 Ocak 2009
sacikalin@usak.org.tr
........http://www.usakgundem.com/haber/29141/
18 Ocak tarihinde gerçekleştirilen ateşkes ve 3 hafta süren saldırılar sonrası bilançonun çıkarılması için gerekli olan envantere sahibiz. 2006 yılında gerçekleşen 33 günlük Hizbullah-İsrail savaşında -eğer başarıyı İsrail tarafında verdirilen ölü sayısı ile ölçeceksek- Hizbullah’ın öldürdüğü 120 İsrail askeri ve 40 sivil ile bugün Hamas tarafından öldürülen 9 asker ve 4 siville karşılaştırırsak, Hizbullah hedefine ulaşmada daha başarılı olmuştur diyebiliriz. Ayrıca Hizbullah’ın İran’la ideolojik ve daha derin bağlara sahip olması dışında, Lübnan’da 19 kez ertelenen cumhurbaşkanlığı oylamasında gösterdiği direniş sonucu veto hakkına sahip bir şekilde ‘kazanan taraf’ olması savaş sonrası yaşananlardan olmuştur. Devletin elektrik dahi veremediği yerlere elektrik ulaştıran ve savaşta zarar görenlere yüksek tutarlı maddi yardımda bulunan Hizbullah için yaşanan olumlu hava, İsrail’e tam tersi bir şekilde yansımıştır. Olmert hükümetine karşı ülke içinde artan eleştiri ve gösteri zincirleri ile birlikte 1 yıl önce yayınlayan Winograd raporu da savaşın bilançosunu gözler önüne sermiştir. Olmert’in istifası sonrası yeni hükümetin kurulmasında Tzipi Livni’nin başarılı olamayışı neticesinde görevine hala devam eden Olmert, görevden ayrılmak için Şubat ayını beklemektedir. Hizbullah tarafında ise büyük bir altyapı tahribatı ile birlikte 1200’ün üstünde sivil can kaybı yaşanmıştır.
Bugün Gazze’deki bilançoya baktığımızda ise BM rakamlarına göre Gazze’de ölü sayısı 1314 iken(dörtte üçü sivil), İsrail tarafında sadece 4 sivil ve 9 asker ölmüştür. Aşırı sağcı İsrail Evimiz Partisi lideri Avigdor Lieberman’ın da “onurun tekrar kazanılması” şeklinde tanımladığı operasyon sonrasında tek taraflı bir ateşkes ilanı yapılmıştır. Olmert’in, Hamas’ın taraf olmasını istemediği, çünkü bunun Hamas’ı meşru kabul etmek anlamına geldiği şeklindeki yaklaşımı, Mısır ve ABD tarafından da kabul görmüştür. Burada her iki taraf da zafere ulaştığını iddia etmektedir. 3 haftalık saldırının ardından Olmert’in istenilen hedefe ulaşıldığını belirtmesi yanında, Halid Meşal'in de zaferin Hamas tarafından kazanıldığı şeklindeki açıklaması kafaları karıştırmıştır. İsrail’in, operasyonun başlangıcında hedef olarak gösterdiği roketler ateşkes açıklandığı sırada da devam etmiştir. Bu durum, ateşkesin roket saldırıları bitirildiği için yapılmış olmadığını göstermektedir.
Hamas’ın görüşmeler öncesindeki ateşkes için ön şartları 6 aylık bir ateşkes, sınırların açılması ve hava-kara-deniz sahalarının kullanılabilmesiydi. 3 haftalık saldırı sonrası Obama’nın görevini devralması öncesi Cumartesi günü, İsrail tarafından tek taraflı ateşkesin ilanı, nasıl ki saldırılar öncesi görüşüldüyse, sonrasında da Mısırlı ve İsrailli yetkililerin yaptığı bir ön görüşme sonrası yapılmıştır.
Cumartesi gecesi İsrail tarafından yapılan tek taraflı ateşkes duyurusunda eksik olan bazı hususlar vardır: Her ne kadar Olmert, görevin başarıyla yerine getirilmiş olduğunu söylese de, ateşkesin şartları hala belirsizdir. Hamas’ın taleplerinden bir tanesi olan İsrail askerlerinin Gazze’den çıkarılması üç gün sonra tamamlanmış olsa da, sınırlar, uluslararası görüşmeler ya da Hamas’la varılan herhangi bir anlaşma mevcut değildir. Buradaki temel soru: “Nasıl ki barış anlaşmaları karşılıklı yapılıyorsa ve nasıl ki 6 ay süren zımni ateşkes karşılıklı yapıldıysa en son ateşkesinde iki taraflı yapılması gerekmiyor mu?” şeklindedir. Operasyon sonrası İsrail, caydırıcılık özelliğini tekrar kazandığına inanmaktadır. İsrail ateşkes ilan ederken umulan, Hamas’ın Mısır tarafından ikna edilmesi olmuştur. Burada eksik olan bir diğer husus, ilan edilen ateşkes süresince gözlemcinin kim olacağıdır. Çünkü 6 ay süren ateşkeste her iki taraf da ateşkesi kimin deldiği hususunda birbirlerini suçlamışlardır. Ayrıca şartları belli olmayan bir ateşkesin sonu yine ateşkesin roketlerle ya da hava saldırıları ile bozulması olacaktır.
Tüm bu olanlar karşısında zaten azalmış olan itibarını daha da kötüleştiren, uluslararası kurumlar olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurumu olan ve Bosna, Ruanda, Somali gibi ülkelerde başarısızlığı tekrar kanıtlanan Birleşmiş Milletler, kaybeden taraflardan birisi konumundadır. BM Genel Sekreteri tarafından saldırıların üçüncü haftası bölge ülkelerine yapılan ziyaret ise caydırıcılıktan çok bir iyi niyet göstergesi olarak algılanmıştır. Bugün sıcak çatışmaların yaşandığı bölgelerde uluslararası kuruluşların etkisiz kalması ve 1970’lerden itibaren bölgede etkinliği artmış olan ABD’nin Clinton dönemi sonrasında özellikle Filistin meselesinde arabuluculuk rolünü üstlenmemesi, İsrail’in istediği zaman saldırma ve istediği zaman da geri çekilme stratejisini güçlendirmiştir. Bu durumda savaş hukuku ve insan hakları bağlamında olası bir diğer saldırı için İsrailli karar alıcılara yönelik caydırıcı herhangi bir karar alınmamıştır.
Arap ülkelerine baktığımızda, Katar’ın Hamas ve Ahmedinejad’ı da davet ettiği toplantıya gelmediği halde Kuveyt’teki toplantıya gelen isimler, aynı zamanda Arap ülkeleri arasında artık iki kutuplu bir Ortadoğu’nun oluştuğunu da göstermektedir. Doha’da yapılan toplantıda, 2002 Arap Barış Planı’nın sona erdirilmesi çağrısı yapılmakla birlikte, Lübnan bu Plan’ın iptal edilmesi fikrine karşı çıkmıştır. Katar’daki toplantıya katılmayan liderler, Kuveyt’teki toplantıya katılmıştır. Kuveyt’te yaptığı konuşmada Suudi Kral Abdullah’ın Gazzelilerin bir damla kanının dahi dünyadaki tüm paralardan daha değerli olduğunu söylemesi, ateşkesin yapılmasıyla birlikte artık konuşabileceği komutunu almış olduğunu da göstermektedir. Saldırılar sonrasında Kuveyt’de yapılan toplantıda Arap liderler, altyapısı çöken Gazze için 2 milyar dolarlık bir yardımda bulunma sözü vermişlerdir. Suudi Kral, Gazze’nin yeniden yapılanması için 1 milyar dolar bağışlayabileceğini açıklamıştır. İsrail ise Gazze’ye aktarılacak olan paranın Hamas’ın eline geçmemesi için çaba gösterilmesini istemektedir. Ayrıca İsrail makamları Hamas’ın meşru görülmemesi ve Gazze’nin altyapı çalışmalarında Hamas ile bağlantı kurulmaması konusunda uyarılar yapmaktadır.
İsrail’i aşırı güç kullanmakla da suçlayan Suudi Kral, 2002 Arap Planı’nı tekrar uygulama çağrısı yapmıştır. 2002 yılının Şubat ayında Suudi Arabistan tarafından gündeme getirilen ve Mısır ve Ürdün’ün katılmadığı Beyrut’da Mart ayında yapılan zirvede Birlik üyeleri tarafından karara varılan Arap Barış Girişimi, Arap devletleri tarafından İsrail’e karşı alınmış olan ilk karardır. Tüm Arap devletlerinin İsrail’i tanıma ve ardından İsrail ile normalleşme sürecine girmesi için bazı şartlar verilmiştir. Buna göre 4 Haziran 1967 tarihinden sonra İsrail tarafından işgal edilmiş olan topraklardan(Golan ve Lübnan’ın güneyi dahil) çekilmesi, Filistinli mülteciler için ortak bir çözüme ulaşılması(BM Kararı 194) ve Doğu Kudüs başkenti olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulması(Güvenlik Konseyi Kararı 1397) şartları vardır. Bu Plan’da İsrail ile savaş yerine barış için toprak ilkesi benimsenmiştir. Her yıl Arap Birliğinde tekrar gündeme gelen bu girişim, 2007 Mart ayında Suudi Arabistan tarafından yenilenmiştir. Bu girişimin ölü bir hale gelip gelmediği konusundaki tartışmalar bir yana, Arapları ortak bir fikir etrafında bir araya getirmesi ve Arap-İsrail meselesinde kapsamlı ve çözüme açık bir öneri olması nedeniyle değerlendirilmesi gereken belki de tek umuttur. Zamanın İsrail başbakanı Ariel Şaron ise Plan’dan bir ay sonra Nisan ayında başlattığı Savunma Kalkanı isimli operasyonla Filistin’i tekrar işgal etmiş ve Cenin katliamı gerçekleşmiştir. Arafat’a tecrit uygulandığı bir dönemde gerçekleşen saldırılarda, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın bölge ziyareti de bir sonuç vermemiştir.
Bu planın önemi Arap dünyasında İsrail’e karşı düşmanlıkların arttığı bir dönemde Arap Birliği tarafından genel çoğunlukla mutabakat sağlanılmış olmasıdır. Bölünmüş olduğu tekrar gözler önüne serilen Arap Dünyası’nın göreve yeni gelen Obama’ya Arap Planı üzerinde ısrar etmesi, Arapların ortak bir zeminde buluştuğunu ve barış istendiğini göstermesi bakımından fayda getirecektir.
Serpil Açıkalın
USAK Orta Doğu Araştırmaları Merkezi
23 Ocak 2009
sacikalin@usak.org.tr
........http://www.usakgundem.com/haber/29141/
9 Ocak 2009 Cuma
Gaza Attacks: The US, Its Arab Allies, and Turkey
Israel continues its offensives in Gaza that it began on December 27. The death toll reached 770 at the end of thirteenth day, with civilians accounting for one quarter of the deaths. Although many Arab columnists had interpreted the election of Obama as a new era for the region and had high expectations for him, the last events caused pessimism, particularly on the basis of his long silence.
In spite of Hamas’ preference for the ground operation against Israel, the number of dead and injured people continues to increase. Apart from the violence in the offensive, another striking situation is the reactions of the other Arab countries and Turkey on the matter.
We are aware of the Syria-Iran-Hezbollah-Hamas alliance against that of Egypt-Saudi Arabia-Jordan in the region. Needless to say, the encouraging factor for the offensives is the US and the allies of the US and Israel.
Arab countries, not representing their people because of unfair elections, perceive Hamas and other religious-based organizations as a threat to their regimes. The reason for such a perception is the rising popularity of Islamic groups in these countries after the 1980s because of improvements in the international arena, weak secular opposition in these countries, and – whether they are legal or not – the Islamic opposition’s grassroots networks which provide a good ground for their popularity. After the operations thousands took the streets to protest Israel and unreactive governments. Although the president of Israel, Shimon Peres, said that they are not making ‘public relations’ they are fighting against terrorism, it is not wrong to say that these latest attacks contributed to rising of Hamas’ popularity – like other Islamic groups – in Cairo, San’a, Beirut, Damascus, Ankara, Istanbul, and many of other cities in the world.
Referring to the statements of Arab leaders, famous Egyptian columnist Fahmi Huwaidi argues that today Arab regimes are “playing the game openly”. [1] For example Hosni Mubarak and Mahmud Abbas explicitly condemned and called attention to Hamas’ responsibility for the attacks, saying they had already warned Hamas about what would happen in the future. Although there are many casualties, the moderate (mu’tedil) countries’ discourse is very soft and, after the ground operation, the leaders are criticizing Israel very carefully........http://www.turkishweekly.net/op-ed/2461/gaza-attacks-the-us-its-arab-allies-and-turkey.html
In spite of Hamas’ preference for the ground operation against Israel, the number of dead and injured people continues to increase. Apart from the violence in the offensive, another striking situation is the reactions of the other Arab countries and Turkey on the matter.
We are aware of the Syria-Iran-Hezbollah-Hamas alliance against that of Egypt-Saudi Arabia-Jordan in the region. Needless to say, the encouraging factor for the offensives is the US and the allies of the US and Israel.
Arab countries, not representing their people because of unfair elections, perceive Hamas and other religious-based organizations as a threat to their regimes. The reason for such a perception is the rising popularity of Islamic groups in these countries after the 1980s because of improvements in the international arena, weak secular opposition in these countries, and – whether they are legal or not – the Islamic opposition’s grassroots networks which provide a good ground for their popularity. After the operations thousands took the streets to protest Israel and unreactive governments. Although the president of Israel, Shimon Peres, said that they are not making ‘public relations’ they are fighting against terrorism, it is not wrong to say that these latest attacks contributed to rising of Hamas’ popularity – like other Islamic groups – in Cairo, San’a, Beirut, Damascus, Ankara, Istanbul, and many of other cities in the world.
Referring to the statements of Arab leaders, famous Egyptian columnist Fahmi Huwaidi argues that today Arab regimes are “playing the game openly”. [1] For example Hosni Mubarak and Mahmud Abbas explicitly condemned and called attention to Hamas’ responsibility for the attacks, saying they had already warned Hamas about what would happen in the future. Although there are many casualties, the moderate (mu’tedil) countries’ discourse is very soft and, after the ground operation, the leaders are criticizing Israel very carefully........http://www.turkishweekly.net/op-ed/2461/gaza-attacks-the-us-its-arab-allies-and-turkey.html
5 Ocak 2009 Pazartesi
Gazze’de Yaşananlar ve Batı Müttefiki Arap Ülkeleri
Serpil Açıkalın(USAK)
5 Ocak 2009
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları bir haftadan daha uzun süredir devam etmekte ve 2008 yılı 500’den fazla kişinin ölmesine neden olan operasyonla geride kaldı. İsrail saldırıları sonrası yaşananlar nedeniyle daha birkaç ay öncesinde Obama’nın seçilmesiyle bölgede hakim olan iyimserlik havası da dağılmış oldu. Cumartesiyi Pazara bağlayan gece başlayan kara operasyonu ise hava saldırıları ile karşılaştırıldığında Hamas için daha tercih edilebilir bir direniş imkânı sunsa da, bölgedeki ölü ve yaralı sayısı artmaya devam etmektedir.
ABD ve İsrail Müttefiki Bölge Ülkeleri:
Bölgede Suriye-İran-Hizbullah-Hamas müttefikliğine karşı Mısır-Suudi Arabistan-Ürdün işbirliği görülmektedir. Türkiye’nin sert bir şekilde tepki verdiği saldırılar konusunda, İsrail için asıl cesaret veren gücün Amerika olduğunu söylemek kaçınılmazdır. Liderlerin adil ve bağımsız koşullarda seçilemediği Arap ülkelerinde, halkını temsil etmeyen yönetimler Hamas’ı ve kendi ülkelerinde bulunan dini temelli örgütleri kendileri için bir tehdit olarak görmektedirler. Bunun sebebi ise özellilkle Siyasi İslam’ın 1980’lerden itibaren bölgede giderek güçlenmesi ve ülkelerde asıl muhalefetin laik muhalefet yerine dini kimliği olan parti veyahut yasaklı olsun ya da olmasın dini örgütlerden gelmesidir.
Tüm bu saldırılar aynı zamanda Hamas’ın Kahire, Amman, San’a, Beyrut, Şam, Ankara, İstanbul ve daha nice dünya şehrinde popüleritesinin artması anlamına gelmektedir. Abbas'ın ve Mübarek'in saldırılar sonrası Hamas’ı sorumlu olarak göstermesine atıfta bulunan Mısırlı yazar Fehmi Huveydi Arap devletlerinin yaptıkları açıklamalarla ‘oyunu’ artık açıktan oynamaya başladıklarını söylemektedir.[1] Devam eden saldırılar sonucu Hamas’ın ve Gazzelilerin vereceği kayıplara rağmen, Mahmud Abbas da dahil, bölgedeki Batı ile müttefiklik ilşkisi olan ılımlı(mu’tedil) hükümet liderleri ve grupların söylemlerinin zayıflayacağı söylenebilir. Yaşananlara rağmen Arap liderlerinin genelde temkinli bir şeklide konuştuğu ve önceki gün başlayan kara operasyonu sonrası düşük tonda İsrail’i eleştirdiğini görülmektedir. Hatta Abbas dahi kendisini haklı çıkarma çabası ile biz Hamas’ı daha önce uyarmıştık beyanından daha fazlasını söylememektedir. Arapça yayın yapan Katar merkezli El-Cezire televizyonu Arap dünyasında ulusal televizyonlardan daha fazla rağbet gördüğü için, Gazze haberleri de bu kanaldan izlenmektedir. Saldırıların ilk gününün akşamı El-Cezire kanalına konuk olan Hamas’ın Suriye’de bulunan siyasi kanat lideri Halid Meşal üçüncü bir intifada çağrısında bulunarak Arap halklarının hükümetlerine baskı yapması çağrısında bulunmuş ve Mısır’ın geçmişte İsrail ile yaptığı savaşları hatırlatarak Mısırlıları hükümetlerine karşı protestoya davet etmiştir. Özellikle El-Cezire Arapça kanalında neredeyse 24 saat aralıksız verilen Filistin haberleri ile kendi hükümetlerinin televizyonlarında duyamadıklarını işiten kitleler, Arap sokaklarını doldurmaktadır. Bu yayınlar aynı zamanda sizin liderleriniz ABD ve İsrailin müttefiki anlamındadır. Ağlayan yaşlı bir kadının veya yerde şahadet getirerek ölen bir Filistinlinin görüntülerinin ard arda bu kanalda gösterilmesi de olaylara karşı hassasiyetin ve gösterilerin artmasında oldukça etkilidir.
İsrail ve ABD müttefiki olarak görülen ülkeler İran’ın bu durumdan politik olarak yararlanmasından çekinmektedirler. Tam da Suriye ile barış görüşmelerinin başlaması ve Suriye ile muhtemel bir barışın Lübnan’da da olumlu etki yaratmasını beklenirken, İsrail saldırılarının yaşanması, Hamas taraftarlarının Mısır’dan uzaklaşarak İran ve Hizbullah bloğuna daha da yakınlaşmasına sebep olacaktır. Bu durumda Nasrallah’ın tıpkı 2006 savaşında olduğu gibi Sünni gruplar arasında etkisinin artması beklenebilir.
En fazla tepki alan ülke Mısır:
Saldırılar sonrası Arap dünyasından (liderler değil halklar tarafından) en fazla eleştiri alan liderlerin başında da Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ve Filistin yönetimi Başkanı Mahmud Abbas gelmektedir. Lübnan’dan Suriye’ye, Yemen’den Türkiye’ye kadar gösteriler yapılmış ve bu gösterilerin bazıları o ülkelerde bulunan Mısır Büyükelçilikleri önünde gerçekleştirilmiştir. Arap dünyasında ılımlı kanadın temsilcisi olarak görülen ve ikili görüşmelerde arabuluculuk rolü üstlenen Mısır hükümeti, siyasi olarak zor bir durumdadır. Şu anda yaşananlar Mısır için bekli de 2003 Irak işgalinden beri en fazla sorun yaratan dış politika gündemi olmuştur.
İsrail’in Gazze saldırısı sonucu bir diğer düşündürücü nokta ise uzun süredir El-Fetih, Hamas ve İsrail arasında arabuluculuk faaliyetlerini yapan Mısır’ın Refah kapısını açmamak konusunda gösterdiği ısrardır. Bir yıl önce Refah Kapısının kısa bir süreliğine açılmasından sonra Mısır, uzun süre El-Fetih ve Hamas arasında arabuluculuk yapmış ancak Kasım ayında görüşmeler çıkmaza girmiştir ve bu durumdan dolayı Hamas suçlanmıştır. İsrail ve Hamas arasında Haziran ayında ulaşılan ateşkes 19 Aralıkta dolmuş ve Hamas abluka devam ettiği sürece ateşkesin devam etmeyeceğini duyurmuştur. Refah’tan geçmeye çalışan bir Gazzelinin ölmesi ve bir buna karşılık bir Mısır güvenlik görevlisinin bir Hamas üyesi tarafından öldürülmesi de sınırın kapalı kalması konusunda kesin talimatların olduğunu göstermektedir. Mısır’dan yaklaşık bir buçuk yıldır abluka altında yaşayan Gazze’ye un, şeker ve ilaç yardımı gönderilmesine rağmen geçişlere izin verilmemektedir. Mısır açısından Gazze, Mubarek’in uzun süredir devam eden temaslarından da anlaşılacağı üzere dış politikada önemli bir yer tutmaktadır.
Mübarek, saldırılar başlamadan iki gün önce Livni ile yaptığı görüşmede operasyona yeşil ışık yakmakla suçlanmıştır. Hüsnü Mübarek, Mısır İstihbarat Başkanı ve Dışişleri Bakanı ile görüşen Tzipi Livni, Hamas’ın 19 Aralık sonrası İsrail’in güneyine artırdığı saldırılardan kendisine bahsetmiş ve İsrail parlamentosunda giderek artan operasyon taleplerini konuşmuştur. Filistinli yazar İbrahim Hammami, Cumartesi günü başlayan saldırılar için öğrencilerin okuldan çıkma saati olan 11.30’un özellikle belirlendiğini yazdığı yazısında, daha bir gün önce Mısır yetkililerinin Hamas’a veridiği ‘saldırı yok’ istihbaratının tamamıyla bir yanıltmaca olduğunu belirtmiştir. Saldırılardan bir gün önce Hamas yetkilileri ile görüşen Mısırlı yetkililer, yeniden ateşkes görüşmelerine başlanacağı ve İsrail’in saldırmayacağını bildirmiştir.[2] Mısırın saldırı olmayacağı yönündeki teminatı El-Cezire televizyonunda Cuma akşamı da zaten duyurulmuştu.
Gazzeli liderlerin yayınlanan konuşmalarında Refah kapısının açılması konusunda yaptıkları ısrar ve buna karşılık olumlu yanıt alınamaması da Mısır’a karşı yapılan suçlamaları artırmıştır. Uluslararası hukuka göre işgali altında bulunan Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’de tüm sorumluluğu üstüne alması gereken İsrail’in bu sorumluluğu, Mısır’ın Refah kapısını açması ile fiilen Mısıra yüklenecektir. Refah kapısının kapalı kalması aynı zamanda Hamas’ın teslimini kolaylaştırıcı bir faktör olarak görülmektedir. Bölgedeki demokratik olmayan rejimlere göz yuman ABD’den yıllık yaklaşık 1.4 milyar dolar yıllık yardım alan Mısır, bölgedeki en önemli stratejik müttefiklerden birisi olarak görülmektedir. Mısır yasal engelleri, diplomatik ilişkilerini ve ülkenin bir buçuk milyonluk akışı kaldıramayacağı gerekçesi ile sınırın açılmasını reddetmektedir. Mübarek, İsrail hava saldırıları sonrası gelen eleştiriler dolayısıyla medyaya yaptığı açıklamada Refah Kapısının Gazze Filistin Otoritesinin(Mahmud Abbas) kontrolü altına girmediği takdirde açılmayacağını söylemiştir. 1948-1967 yılları arasında sınırları dahilinde olan ancak 1967’de yapılan Arap-İsrail savaşında Gazze’yi kaybeden Mısır için, sınırın açılmasının ekonomik açıdan da olumsuzluklar getirmesinden korkulmaktadır. 2005 yılında Filistin hükümeti, Mısır ve İsrail arasında yapılan anlaşmaya göre geçişler sadece Avrupa Birliği gözlemcileri kontrolünde yapılabiliyordu. Ancak 2007 yılında Hamas’ın Gazze’de kontrolü ele geçirmesinin ardından AB gözlemcilerinin bölgeyi terk etmesi geçişler durdurulmuştur. Yeterli gıda, su, elektrik, ilaca sahip olmayan 1,5 milyon Gazzeli için Refah Kapısının açılması İsrail ile olan sınırın kapanmasına yol açarak tek geçiş haline dönüşecek ve zaten halkının büyük çoğunluğu fakirlikten şikâyet eden Mısırlılar için özellikle barınma ve iş arayan Gazzeliler kaynak sıkıntısına yol açacaktır. Mübarek Salı günü yaptığı konuşmada İsrail düşük bir tonda suçlarken, kendisini eleştiren Arapları siyasi amaçlarına Filistinlileri alet etmekle suçlamıştır.
Mısır’da 1954 ten beri yasaklı olmasına ve mecliste bir parti çatısında olmamasına rağmen bağımsız adayları ile en güçlü muhalefet olan Müslüman Kardeşler'in kendi alt kolu olan Hamas’a; buna karşılık daha seküler ideolojiye sahip olan 28 yıllık Mübarek hükümetinin El-Fetih’e daha yakın olduğunu görülmektedir. Müslüman Kardeşler’in 2004 yılından itibaren lideri(Mürşid) Muhammed Mehdi Akif te yapılan gösterilere katılmış ve yaptığı açıklamalarda Hamas’a desteğini yinelemiştir. Bu yönüyle baktığımızda sınırların açılması aynı zamanda Mısır için Gazze yönetiminin tanınması ve Müslüman Kardeşler örgütü ile Hamas’ın işbirliğinin daha da güçlenmesi anlamına gelmektedir. Mübarek kendi sınırları içerisinde mücadele ettiği bir İslami örgütün alt kolunun rahatça Mısır’a geçmesi ve İsrail dışında Gazze ile sınırı olan tek ülke olmasının getirdiği rahatsızlık ile kendi halkı ve diğer Araplar tarafından eleştirilmek arasında bir seçim yapmak zorundadır.
Bölgede Mısır ve diğer Arap ülkelerinin gücü azalırken, İran’ın Filistin, Lübnan ve Irak gibi ülkelerde gücünün daha da arttığı görülmektedir. Geçtiğimiz aylarda Yusuf Karadavi’nin Şiilik ve İran’ın Sünni ülkelerdeki faaliyetlerini artırma çabalarını eleştirmesi, Mısır’daki rejim muhalifleri tarafından tepkiyle karşılanmış ve bu tarz çıkışların ortak düşman olan Batı’ya karşı politik olarak ta doğru bulunmadığı ifade edilmiştir. Özellikle en fazla eleştirilen ülke olan Mısır için İran uzun yıllardır var olan bir rakip ve tehdittir. 1979 İslam devrimi sonrası İran Şahının ülkeyi terk ederek Enver Sedat tarafından Kahire’ye kabul edilmesi ve Camp David anlaşması ile Mısır-İsrail yakınlaşması aynı zamanda iki ülke arasındaki ilişkilerin kesilmesine neden olan gelişmelerdir. Her ne kadar son dönemde Ahmedinejad’ın Suudi Arabistan'la yakınlaşma çabası ve geçtiğimiz Kasım ayında Mısır-İran arasında karşılıklı diplomatik görüşmeler ve ilk kez gerçekleşen Mübarek-Ahmedinejad telefon görüşmesine şahit olsak ta Mısır, İran ile tam diplomatik ilişki konusunda isteksiz tavrını korumuştur. İran’ın Lübnan Hizbullah’ını ve Sünni bir örgüt olmasına rağmen Gazze’de Hamas'ı desteklemesi, hem Körfez ülkeleri hem de Mısır için ABD ve İsrail’in, İran ile karşılaştırıldığında daha tercih edilebilir ve daha az ‘tehlikeli’ müttefikler olmasını sağlamaktadır.
Nasrallah’ın tepkisi:
2006 yazında gerçekleşen ve yaklaşık 1200 kişinin ölümü ve büyük bir altyapı tahribatı ile sonuçlanan Hizbullah-İsrail savaşında gördüğümüz Hizbullah direnişindeki gücü bugün görmemekteyiz. Yanı başında bir Hizbullah’ın ortaya çıkmasından endişelenen İsrail’e karşı, 2006 yılındaki Hizbullah’ın etkili mücadelesinden etkilenerek 2007 Haziran’ında Gazze’de kontrolü ele geçiren Hamas vardır.
Nasrallah saldırılar sonrası yaptığı konuşmasında daha önce Ürdün ve Mısır tarafından İsrail ile imzalanan barış anlaşmalarının son dönemde Filistin, Suriye ve Lübnan ile de düşünülmeye başlandığını ve bunun için Amerika ve İsrail’in baskı, medya, siyasi ve psikolojik savaş, direniş örgütleri arasına fesat karıştırma gibi taktiklere başvurduğunu söylemiştir ve Arap liderlerini İsrail ile işbirliği yapmakla suçlamıştır. Nasrallah konuşmasında en fazla Mısır’a yüklenilmiş ve Arap dünyasından, Refah kapısını gıda, ilaç, su ve silah için açması için bugün Gazze’de olanlarda payı bulunan Mısır rejimine ısrar etmesini istemiştir. Bu noktada Nasrallah, 2006 Lübnan-İsrail savaşında Suriye’nin sınır geçişlerine izin verdiğini hatırlatmış, Mısır’ın görevinin Kızılhaç ya da Kızılay’dan daha fazlası olduğunu ve sınırları açması gerektiğini söylemiştir. Nasrallah konuşmasında Gazze’de yaşananların Karbela'da yaşananların bir benzeri olduğunu ve tıpkı 2006 Lübnan savaşında olduğu gibi Gazze’de de zafere ulaşılabileceğini söylemiştir. “Sizleri hükümetlerinize karşı devrim yapmaya çağırmıyorum ancak liderlerinize Gazze’de olanları kabul etmediğinizi gösterin” şeklinde Mısır halkına seslenen Nasrallah, Refah kapısının açılması için halkın sokaklara dökülmesini, Mısır polisinin milyonları tutuklayamayacağını söylemiştir. Nasrallah’ın ve İran’ın eleştirilerini politik amaca hizmet etmekle suçlayan Mısır, bu durumu açıktan bir tehdit olarak görmüş ve Mısır Dışişleri Bakanı Geyt, Nasrallah’ı kastederek ülkesinin bu güçlere karşı yeterli silahlı gücünün bulunduğunu söylemiştir.
Türkiye’nin tepkisi:
Türkiye, İsrail ile olan stratejik bağlarına rağmen bu tarz saldırılar karşısında bölgede en fazla tepki gösteren ülkelerden birisi olmuştur. Bülent Ecevit’in 2002 yılında yaptığı “İsrail soykırım yapıyor” açıklamasını hatırlatan açıklamalar Erdoğan döneminde zaten belli dönemlerde yapılmaktaydı. Örneğin, Başbakan Erdoğan, Hamas lideri Ahmed Yasin’in 2004 yılında bir İsrail saldırısı sonucu öldürülmesi sonucu yaptığı açıklamada İsrail’i vücudunun üçte ikisi felçli olan birisini öldüren ‘terörist bir devlet’ olmakla suçlamıştı.
İsrail saldırıları sonrası Olmert’in Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında tekrar gündeme gelen ve Türkiye’nin katkı sağlamak konunda çok istekli davrandığı Suriye-İsrail görüşmeleri, Gazze saldırısı ile durdurulmuş durumdadır. Son saldırılar sonrası Erdoğan tarafından yapılan açıklamalar da bazı çevreler tarafından aşırı bulunmakla birlikte, Ortadoğu’da daha aktif bir rol oynamak isteyen ve Suriye-İsrail dolaylı görüşmelerinde arabulucu olan Türkiye için kandırılmışlık hissi yaratmış ve büyük bir saygısızlık olarak algılanmıştır. Aynı zamanda yanlış anlaşılmaktan çekinen ve Mübarek ile aynı konumda görünmek istemeyen Erdoğan, Olmert ile yapılan görüşmede söz konusu olayların gündeme kesinlikle gelmediğini dile getirmiştir. Erdoğan'ın saldırılar sonrası başlayan Ortadoğu liderleri ile görüşme turları devam etmektedir. Türkiye’nin görüşmeleri El-Cezire’de sıklıkla ekranlara yansımaktadır ve bu görüşmeler olumlu sonuç verirse Türkiye’nin bölgedeki konumuna katkıda bulunacağı kesindir.
2009 Obama için zor bir yıl:
2009 yılının Ocak ayında koltuğuna oturacak olan Obama için Lübnan, Filistin, Irak, İsrail ve İran’da gerçekleşecek olan seçimler bölgede dengelerin 2009 yılında değişeceğini de göstermektedir. İsrail’in bu saldırıları, çok büyük umutlarla seçimleri kazanan Obama’nın yeni Amerikan rejiminin de barıştan uzaklaşarak Bush’un politikalarına kaymasına yol açabilir. Obama’nın seçim öncesi İran’a gönderdiği diyalog çağrıları ve bu durumdan en fazla rahatsızlık duyan ve bölgede İran’ı kendisi için en büyük tehlike olarak algılayan İsrail için bu saldırıların Bush dönemi sona ermeden başlaması akıllıca bir hareket olmuştur. Aynı şekilde oldukça karmaşıklaşan bölgede dış politika konusunda işbaşına gelene kadar konuşmama politikası izleyen Obama’nın zaten seçimler öncesinde de İsrail’e yakın açıklamalar yapması, Hamas için ABD yönetiminin değişmesinin hiçbir farklılık getirmeyeceğini göstermektedir. Obama’nın devralacağı koltuğunda zaten ilk planda yapılması beklenmeyen İsrail-Filistin görüşmeleri de İsrail saldırısı sonucu uzun bir süreliğine rafa kaldırılmıştır denilebilir. İsrail ile doğrudan görüşme talebini dile getiren ve Obama’nın göreve başlamasının barış görüşmelerinde 1981 den itibaren ilhak edilmiş olan Golan’ın geri alınmasında katkıda bulunacağını düşünen Suriye lideri Beşşar El-Esad da, artık barış sürecine olumlu yaklaşmamaktadır.
Gazze’deki insani kriz:
Gazze'de Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon Merkezi’nin(UNRWA) rakamlarına göre %45 oranında bir işsizlik vardır, fabrika ve atölyelerin %45’i son yıllarda kapatılmıştır ve sıklıkla gerçekleşen gaz ve elektrik kesintileri bölgedeki insani krizin giderek daha da artmasına katkıda bulunmaktadır. Nüfusunun %80’inin gıda yardımına bağlı olduğu, Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre üç yaşın altındaki çocukların %57.5’i, hamilelerin %44.9’unun anemi hastası olduğu ve nüfusunun %75’inin kötü beslendiği Gazze’de yaşananlar sadece Hamas için değil aynı zamanda Hamas’a oy veren Gazzeliler içinde bir toplu cezalandırma anlamına gelmektedir. Mustafa Barguti Gazze halkının son yıllarda yaşadıklarını şöyle sıralamaktadır[3]:
-2005 yılında İsrail’in Gazze’den çekilmesinden sonra dahi bölge karadan, havadan ve deniz yolu kontrol altında tutulmaya devam etti.
-2006 yılından itibaren devam eden abluka nedeniyle Gazzeliler en temel gıda, ilaç ve gaza ulaşamıyor.
-Altı aylık ateşkes süresince günlük 450 yardım tırı yerine ancak 80 tırın geçişine izin verildi.
-Ateşkes döneminde İsrail, Batı Şeria’da bazı saldırılar gerçekleştirdi ve Hamas bu saldırılara cevap verdi.
-Annapolis Konferansı sonrası Batı Şeria’da yerleşimler devam etti, kontrol noktaları 521 den 699’a çıktı ve çoğunluğu Batı Şeria’dan 4.950 Filistinli tutuklandı. Annapolis Konferansı sonrası 76’sı çocuk 546 Filistinli öldürüldü.
İsrail Dışişleri Bakanlığının verdiği bilgilere göre ateşkesin uygulandığı altı ay boyunca 329 roket ve ölümcül bomba İsrail’e atılmıştır. Bunların büyük bir kısmı ise 4 Kasım sonrasındaki 1,5 aylık süre içinde atılmıştır. İsrail verilerine göre daha önceki altı ay ile karşılaştırıldığında(2.278 roket ve ölümcül bomba) Gazze tarafından İsrail'e atılan roket sayısında oldukça önemli bir düşüş gözlenmektedir. Aynı verilere göre ise 2008 yılı Ocak-Aralık ayları içinde atılan roket sayısı 1,571 iken ölümcül olarak nitelenen bomba sayısı 1531’dir.
Sonuç:
Mısır’ın tüm bu yaşananlardan sonra Arap halkları nezdinde itibarı azalsa da, yeni Obama yönetimi ile bölgesel arabuluculuk faaliyetlerine devam edeceği söylenebilir. İsrail cephesinde ise önceki hafta Türkiye’ye yaptığı ziyarette barış mesajları veren Olmert’e karşılık Golan’ı ziyaret eden İsrail’in şahini Likud lideri Benjamin Netanyahu, seçimlerde güçlü bir aday olarak görülmekteydi. Aynı zamanda Netanyahu’nun seçimde kullandığı argümanlarından birisi Kadima’nın Hamas saldırıları karşısında yeterince sert olmadığı şeklindeydi. Buna karşılık Cumartesi ve devamında yaşananlar Tzpi Livni’nin ve İşçi Partisi başkanı ve Savunma Bakanı Ehud Barak’ın istendiğinde ne kadar sert olabileceğini göstermiştir. Gazze saldırısının Şubat ayındaki seçimlerde bu liderlere katkıda bulunacağı kaçınılmaz olmasına rağmen Mahmud Abbas’ın erken yapılmasını talep ettiği Filistin başkanlık seçimlerinde nasıl bir sonuç vereceğini zaman içinde görülecektir.
[1]Fehmi Hüveydi, “اللعب علي المكشوف”(Açıktan Oynanan Oyun), El-Dustur, 03.01.2009
[2]İbrahim Hammami, “من فاجأ من؟” (Kim Kime Süpriz Yaptı?), www.palestine-info.info/ar , 01.01.2009
[3]Mustafa Barguti, Palestine's Guernica, Al Ahram Weekly, 1-6 Ocak 2009.
Serpil Açıkalın
USAK Ortadoğu Araştırmaları Merkezi
05 Ocak 2009
sacikalin8@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)